16 Aralık 2015 Çarşamba

Yaşamak bazen Direnmemektir!

Canım okur, 
İç huzur ve yazma potansiyeli ters orantılı, bunu anladım. Yazı gözyaşı gibi bişey, burnunu sızlatan bir mesele, boğazına yumruk gibi oturduktan sonra sel biçiminde gözlerine hücum ediyor ve en nihayetinde sümüklerinle yaşların karışınca birbirine, doğurup salmış oluyorsun ya acını dünyaya, öyle galiba bu kalem tutma meselesi de. Yani bir süre sonra içinde özgür bırakacak esir duygu kalmaması tehlikesi de var hani :)
*
Durumum nasıl diye sorarsan, arz edeyim okuruma:
Kürt illerindeki soykırım hazırlıkları dışında hayat 'süper' gidiyor. Hayat o kadar garip bişey ki, az ötende bir soy kırılıyor, yen içinde kalıyor. 

Bugün ders programım boş. Alternatif program akışımda, kendim, blog yazımım, rutin ev işlerim, beş bin kilometre saç-kaş-bıyık bakımım, öğleden sonra da Yağmur ve Deniz'le buluşuşum var. Bu arada o ikisi koçluk seanslarına başladılar! 
Bir gün herkes 15 dakikalığına koçluk alacak! :)
Pek muhterem android telefonum

Her ne kadar müstakbel eşim bu satırları okuyunca mutlu olmayacak olsa da itiraf etmek zorundayım, son dönem yakın arkadaşım, akıllı telefonum. 
İzah edeyim: 
Şimdi ben aşırı maymun iştahlı ve FOMO'su (Fear of missing out: Fırsatı kaçırma korkusu)  yüksek olan biriyim ya..

hem, sevgilimle (resmi kurumlar 'koca' diyor) ilk fırsatta yapabileceğimiz etkinliklerden haberdar olmak, 
hem güzel bir restoran/cafe keşfetmek ve göz bebeklerim grubuna giren yakınlarımla bu keşfi taçlandırmak;
hem, tüm iç ve dış haberlere, bir Robert Fisk uzmanlığında hakim olmak;
hem, tüm arkadaşlarımı en yakın zamanda görmüş ya da görecek olmak;
hem, tüm ailemin son ahval ve şeraitine vakıf olmak, varsa bir ihtiyaç, hatta yoksa bile müdahil olmak :)
hem, çok okumak
hem, her an ve daim yazacak potansiyeli hazır tutmak
hem, müziksiz bir lahza bile geçirmemek
hem, kişisel gelişimimi had safhaya çıkaracak şeyler yapmak,
hem, gün içinde aklıma gelen ders fikirlerinin bir şablonunu çıkarmak,
hem, blog yazmak, hem blog takip etmek;
hem (burası çok önemli) bağlantıda olmak, kopmamak, dahil olmak, ait olmak, içinde olmak, devamda olmak
hem de -burası aşırı önemli- hayatımı doğaçlama yaşayabilmek, gelişmelere adapte olabilmek, beni itenlerden uzaklaşmak, beni çekenlere yönelmek, gerektiğinde kendimi bir yerlere yöneltmek

istiyorum ya hani...

İşte tüm bunları yapmamda bana bir en iyi arkadaş gibi destek olan biridir, android kardeşimiz.
Henüz, Big Brother'dan saklanmanın inceliklerine mazhar olamamış olabilirim ama onu da başardım mı harika olacak.


Çalınıp geri gelen telefon bu modeldi. 
Bu satırları okuyan kardeşlerimin kih kih güldüklerini duyar gibiyim.
Yıllar yılı en ilkel telefonları kullandım.  Bir akşam, Siyami Ersek'ten Kadıköy'e doğru yürürken, tinerciden hallice genç bir çocuk 'abla' diye seslendi, sonra bana bir şey uzattı, Allah Allah diyorum, ne kadar benziyor benim telefonuma, tuşlarındaki yazıların silinmiş kısımlarına kadar aynı yani. Ben öyle tokat yemiş gibi şaşkın şaşkın bakarken, çocuk makineyi elime tutuşturdu ve benim yürüdüğüm yönün tersi istikamette uzaklaştı. Yaklaşık otuz saniye sonra, çocuğun, benden çaldığı telefonu geri getirdiğini anlamıştım. :))) O zamanki erkek arkadaşım, 'sağda solda anlatma rezil olursun' demişti. Niye rezil olacakmışsam, kafası markalarla örümceklenmiş insan bakışı işte.
Her neyse.
Yani düşün makinem o kadar feci ki hırsız geri iade ediyor :) Fecaat!

Çıkabildiğim en yüksek modeller bunlar 
Bu süper ama, şarjı 7 gün gidiyor
Şimdi, çağın, zamanın tüm dayatmalarına karşın almamak için direndiğim akıllı makineleri, tutmuşum yere göğe sığdıramıyorum. Bu ne yaman çelişki anne!

Fakat, tüm çelişkilerde olduğu gibi burada da bir ders gizli. 
Hani hayatı her anlamda, doğaçlama ve özgür yaşama isteği had safhada dedim ya, bende. Bir yandan da direnme ihtiyacı had safhada. Kadın olmaktan, öteki olmaktan, ezilen olmaktan, farklı olmaktan ötürü pik yapmış bir direnme kabiliyeti, direnme gereksinimi, direnme zorunluluğu ve hatta direnircesine yaşama tutunma...Bu kadar ben olmuş, bana yakıt olmuş bir şeyin gölgesi ister istemez atıyor işte varlığımın öteki yüzlerine de. 
Kısaca,
kontrolü bırakamama bir yanda, hayatın içinde kaybolma arzusu diğer yanda.. 

İşte benim güzel okurum, ellerimi senin görebileceğin bir şekilde başımın arkasında birleştirerek yaslandığım bu android telefon, içimdeki inatçı direniş abidesine karşı almış olduğum bir galibiyet esasında. 
Doğaçlama: 1, İnat:0

skoruyla,
d

5 Aralık 2015 Cumartesi

Karanlıklar İçinde Güçlü bir Işığım

Can Okur,
Mustang filmini duymuşmuydun bilmiyorum. Karadeniz'in küçük bir kasabasında babaanne ve amcalarıyla yaşayan beş kız kardeşin,  suni yolla çocukluktan çıkarılıp kadınlaştırılmaları ve bu kızların toplum ve aile baskısına direniş ya da direnemeyiş hikayesini anlatan bir film. Epeydir izlemek istiyordum. Sinemada, kadının yeri kıç ve memeden ibaret olduğundan, kadını merkezine alan ya da baş kahramanı kadın olan filmler özellikle çekiyor ilgimi. X-Man gibi.
Diyarbakır'da geçirdiğimiz son akşam; Hilal, Jeff, ben bu filmi izlemeye karar verdik. Galeria diye bir yeri gösteriyordu, on dokuz seansı. Adını yavaşça ve düşünerek tekrar edince, herhalde dedik janjanlı bi aveme bekliyor bizi. 
On sekiz otuz itibariyle giriş yaptığımız bina, terkedilmişlikle yeni kapanmışlık arası bir his veriyordu. Bir ilçenin çarsını al, üzerini kapat, bir kaç kata böl, akşam karanlığını indir, tüm dükkanlar kapanmış olsun, tek tük açık kalanlardan bir tanesi, boydan boya pembe oyuncak ve kırtasiye malzemesi satsın, pilli bebekler ürkünç sesler çıksın :) Dedik, biz kendimiz korku temalı bir filminin ana karakterleri olacağız birazdan, en zenci olanımızdan başlayarak sırayla kaybolacağız ortalıktan, geri kalanlarımız ikiye ayrılıp üçüncümüzü arayacak ve kurban gideceğiz pembe pilli bebek zulümlerine.
Epey bi dolaştıktan ve yürümeyen merdivenleri tırmandıktan sonra ikinci katta bulduk bizden saklanan sinema gişesini. Gişe dediysem, karton sigaradan biraz irice bir kutu :) İçinde  bir adam oturmuş, şehrin büyüsüne yakışır bıyıklarıyla, şu şarkıyı dinliyor.

Soru işaretleri bu kadar yoğunlaşmışsa, istikametimdeki hedeften, yüzde doksan dokuz geri dönerim ama öyle olmadı bu sefer. Yirmi bir liramızı verdik sinemayı kapattık.
Filmi de beğendik, en önemlisi, biraz sonra başlayacak dedikodu ve değerlendirme turumuza bolca malzeme biriktirmiştik. Keskin bir soğuk ve geniş bir kaldırım eşliğinde konuşmaya başladık ve gülmeye. Çok geçmeden çok güçlü bir patlama sesi geldi Suriçi'nden. Bommmmm! On adım daha, tekrar Bommmmm!! On adım daha, tekrar Bommmmm!! Ve bu böyle tam beş kez tekrarlandı. 
Mustang, İngilizcede yabani at demek.
**
Geçtiğimiz yaz, Jeff'in üç yakın arkadaşı Türkiye'den taşındı, ya da kaçtı mı demeli. İçinde yavaş yavaş ısıtıldığımız bu kazandan dışarı fırladılar belki, halen aklını yitirmemiş kurbağalar misali. Benim geride kalan halen kocaman bir ailem ve büyük bir arkadaş ordum var. Onun için aynı şeyi söylemek zor. Edebiyattan, sanattan, politikadan ve yazıdan bahsedebileceği çok az kişi kaldı şimdi. Ve bu deliler ülkesinde benim kalp eşim bir ara yapayalnız hissetti kendini. İşini soranlara, İngilizce öğretmeniyim diyor ama yazardır kendisi ve yazar harbiden hayat gailesinden başını kaldırabildikçe. 
Bu yalnızlık cehenneminde, J, en favori kafe-kitabevimiz, Kadıköy'ün harika mekanı Akademi Kitabevi'nde bu sezon açılan yaratıcı yazarlık atölyesine katılmaya karar verdi,  yüksek perdelerden  yapmak istediği muhabbetlere dinsin diye özlemi. Ne tuhaf, kim bilir hangi nedenlerle, üç kişilik sıralara oturuyoruz sık sık, ve izliyoruz bizden çok az şey bilenleri ve kimseler bilmiyor bu hikayede kim öğrenen kim öğretici. 

İlk yazı ödevi J'nin, bilim kurgulu bir mektup yazmaktı geçmişten bugüne. Atölyenin hocasından önce bana nasip oldu okumak, editleme münasebetiyle. Olur da okursun diye büyüsünü kaçırmayım ama teması beni can evimden vurdu işte onu anlatmak isterim. 
Mustang'ı izlediğimiz akşam, duvarda Star Wars serisinin yeni film afişini görmüş J ve çok heyecanlanmış meğerse. Filmi izleyenler bilir İyi Taraf ve Kötü Taraf arası bir savaş var. İyiler beyazlar kötüler siyahlar içinde ve galaksiler, yıldızlar, karadelikler, gezegenler içersinde amansız bir mücadele.
Mektubu okurken anladım: J, güzel bir film izlemenin, korku filmi setine benzer bir aveme keşfetmenin ve küçüklüğünden beri tutkuyla izlediği film serisinin yeni afişini görmenin, kalp eşinin ve bu büyülü şehirde bir sonraki gün geride bırakacağımız kardeşimizin yanında yürümenin etkisinde çocuklar gibi şenmiş beş defa kendini tekrarlarken bombalar: Bommmmmm! Bommmmmm! 
Ve bu aydınlık ruh haline düşen gölge, yazdığı yazının omurgasını oluşturmuş. Kötü Taraflar, İyi Tarafların içine gölge düşürmeyi her seferinden başarıyormuş ama, iyilerin ışığı da ne olursa olsun sızmaya devam ediyormuş karanlıkların içine.

Jeff'in sol omuz başında, şimdilerde silinmeye yüz tutmuş bir dövme var, bu desende

Mektup, Cumartesi günü Tahir Elçi'nin öldürülmesinden sonra içine girdiğim ruh halinden bir anda dışarı çekti beni. Yaşam enerjisi verdi, yaşam enerjisi alabildiğime halen, sevindim. Ama şaşırma duygum daha ağır bastı. O gün aynı masada kahvaltı yapmış, aynı parkta fotoğraf çekmiş, sonbaharda rengini değiştirmiş aynı yapraklara hayran olmuş, aynı patlama sesinden irkilmiş ve fakat farklı şeyler tecrübe etmiştik. Ne güzel, ne inanılmaz, her insanın dünyaya kendi gözlükleriyle bakıyor olması, yaşıyor olması dünyayı
Ama ne enteresandır ve biraz da acıdır yan yana yürüdüğümüz hatta yan yana uyuduğumuz insanların içinde oldukları ve içinden geçtikleri yerlerin bize uzak düşebilmesi...
**
Blog yazıları yazmak ve okumak bana çok iyi geliyor çünkü mesafeleri azaltıyor nazarımda. Çok küçükken çok ağdalı kitaplarla başladım okumaya ama bugün hayatıma en tesir eden satırlar: en sade en gerçek en içten en samimi itiraflar ve en direk serbest vuruşlar. 
O kadar çok şey olup bitiyor ki etrafımızda, bir çift göz yetmiyor bu şeyleri kavramaya. Çok uyaranlı bu dünyada hepimizin hissettiği, deneyimlediği, düşündüğü, kavradığı, sezdiği, gördüğü, fark ettiği, sevdiği ve nefret ettiği o kadar çok şey var ki, yirmi dört saatlik bir zaman dilimine düşen, günlük ortalama yarım saati bile geçmeyen hakiki bir sohbet ne sana yetiyor ne seni dinleyene. 
Kahve zincirlerinde, otobüslerde, ptt şubelerinde, halk ekmek kuyruklarında, doktor kapılarında, 
Gökkuşağı çıktığında, en nefis manzaralar kendini teşhir ettiğinde, sırt çantalı çocuk sinirlerimizi bozduğunda ya da şoför mahalline yapışmış ilerlemeyen kadın bizi deli ettiğinde hep tek başınayız. Bunları tüm detayıyla anlatacak ne zamanımız, ne imkanımız, ne de dinleyenimiz var. 


Bu çağ mesafeler çağı.
Babası dedesi elli haneli köylerde doğup büyümüşler şimdi milyonluk şehirlerde yaşıyor. Küçük yerlerde kimin ne zaman ishale yakalandığı türden bilgilere hakimdir herkes. Büyük şehirlerde bizler, 
beş parasız geziyor,
ağır depresyonlara giriyor,
gizlice ve derinden aşık oluyor,
sık sık darılıyor,
bazen de yere göğe sığamıyor,
mutluluktan içimizi zapt edemiyoruz.
Hal böyleyken, bizi dünyaya bağlayan bir akıllı telefonda çareyi arıyoruz, bir mesaj bir fotoğraf yolluyoruz
Ama tatmini bulamıyoruz.

Şahsen ben, ders almaya başlayan her öğrenciyle birlikte, yeni bir eve, yeni bir ofise, bir oturma odasına, yeni bir anadile, karaktere, kültüre, fiziğe, ilgiye, farklı meraklara ve farklı mutluluk kaynaklarına sahip bir insana yakın gitmiş oluyorum. Neden en hoş ve güzel insanlar beni buluyor diye düşünüyordum bir süredir. Birinin hayatına zum yaparak yanaşmak onu anlamayı, ona anlatmayı, bağlanmayı, özlemeyi, daha iyi anlamayı, sevmeyi, birlikte üzülüp sevinmeyi getiriyor. Ve en önemlisi, yakınlaşmak, nefret etmeyi zorlaştırıyor. 
**

Bizler Kanada'da, New York'ta, Tunus'ta, Kahire'de, Gezi'de, Lice'de bir araya gelen milyonlar..

Bizler bu vahşi, bu canavar, bu doymak bilmez sistemin altındaki toprağı elekten geçirir gibi sarsıp inceltenler...

Bizler, konser salonlarında, barış mitinglerinde, barlarda, restoranlarda, stadyumlarda, elimizde oyuncaklarla beklerken komşu ülkenin sınırında bombalanmaya başlananlar...

Bizler, elimize akıllı bir oyuncak verilip, zincir cafelerde tek başına oturması arzulanan ve bir diğeriyle yan yana gelmesi istenmeyenler...

Bizler anne, baba, toplum, okul, işyeri ve devlet tarafından ehlileştirilmek istenen Mustang atlar...

Bizler göğsünde, gövdesinden büyük kalp taşıyanlar, yani bizler İyi Taraflar.

Bizi bu yeni çağda birbirimizden uzaklaştırmak, yalnızlaştırmak,  tekleştirmek, korkaklaştırmak, güçsüzleştirmek isteyenler; Dünyayı değiştirme umudumuzu boğmak için, biraraya geldiğimiz yerlere dinamit koymaya başladılar.

Bizler, karanlık tarafın içine inadına ışık düşürecek milyonlar,
inadına bir araya geliyor, inadına seviyor, inadına sevişiyor,
inadına yaralarını gösteriyor birbirine, inadına dayanışıyor,
inadına yüzleşiyor en utanç verici suçlarla,
inadına meydan okuyor en köklü kurumlara,
inadına merhamet duyuyor tanımadığı insanlara,
inadına güveniyor ilk tanıştıklarına,
inadında inanıyor birlikte ve ortak bir yaşam kurmaya,
inadına buluyoruz birbirimizi, inadına buluşuyoruz birbirimizle,

devrilmez bir masada,
d