26 Ekim 2015 Pazartesi

Saatler ileri mi geri mi?

Patavatlı okur,
Pazar günü, 'Şimdi saat kaç?' geyiği çevrildi her yerde, biliyosun.
Kuzey yarım küredeki ülkelerin çoğunda, ilkbaharda saatler bir doz ileri, sonbaharda da bir doz geri alınıyor doğal gün ışığından daha fazla yararlanmak için. Kim düşündüyse Allah bin defa razı olsun. Bana bir saat daha gün ışığı verenin kırk yıl kölesi olurum!
Merak ediyorum, Yurtdışındaki Otellerde, İstanbul'un saati kaçı gösteriyordu

                   
An itibariyle Diyarbakır'(Amed)da konaklayan kardeşim H'nin kışlıklarını alıp kargoya vermek için anneme uğradığımda, bayramdan beri günde ortalama üç kez bahsini ettiği ve bana bir türlü teslim edilememiş kurban eti konusu bir kez daha açıldı. Anne, dedim, sen en iyisi pişir biz gelip burada yiyelim. Birbirine, yürüyerek on, minibüsle üç dakika mesafedeki bir evden diğerine gitmenin bile Everest'in tepesine çıkmak gibi zor göründüğü bir şehir bu şehir işte. Neyse, Susurluk'tan sonra her pisliği Çatlı'nın üstüne yıkma modası başlamıştı şimdi biz de kabahatlerimizin hepsini İstanbul'un üzerine yıkmayalım ve kabul edelim, sarı olmayan saçlarımızdan da biz sorumluyuz :) 

Yemek nasibimiz Pazar akşamınaymış. Organize olduk, haberleri yaydık, istikamet ana ocağı.

Bu arada gün boyu, duvar saatinin, bilgisayarın, kol saatimin ve telefonun farklı gösterdiği zamanlarla, zamanda yolculuk baya baya mümkün duygum baya baya pekişti. Uyanıyorum saat 9:30, tvittera bakıyorum hop 8:30'a geri dönüyorum. Hiç öyle geleceğe dönüş moduna da girmeye gerek yok, duvara bak geri telefonuna bak, tamam. 
***


Altı kişilik konuk ekibi olarak yemeklerimizi yiyip, geriye yaslanmış ve işyeri sorunları boyutunda derin muhabbetlere dalmıştık annem eve döndüğünde mevlütten. Uzun simsiyah eteğini, sıfır kollu (evet dışarsı eksi yüz dereceyken ev içi modası budur annemin) V yaka penyesiyle kombinlemişti, ve eşarbını aşağı doğru sıyırdığında, boynunun alt kısmına inadına zıtlaşır gibi bembeyaz bir saç çıkmıştı ortaya. Annemin saçları ne ara beyazlamıştı, yoksa bugün, onun yarım küresinde zaman bir kaç yıl ileri mi alınmıştı?

Kardeşim Z, anne sen saçını mı kestirdin, diye sordu. Annem mahçup bi gülümsemeyle, evet derken sesi titredi, ve gözleri buğulandı. Sıcağa ve sıkıntıya hiç gelemeyen (tişörtlerin bile yakasını keserek genişlettikten sonra giyebilen) S. Sultan, gece uyku tutmadığında yastıkla yaptığı savaşlardan birinin sonunda, bir gece vakti faturayı kalan siyah saç uçlarına kesmişti.

Son siyah saçlarımdı diye kıyamıyordum ama kestim sonunda, dedi. Onun içine girdiği ruh halinden habersiz, memleket büyüklerinin üç yüz almış derecelik gaflarına gülüp moral bulmaya çalışıyorduk, kara borsadan. Sultan, elinde bez bir torbayla geri döndüğünde haberimiz olmuş oldu, bir ara aramızdan ayrılmış olduğundan. Bez torbadan bir torba daha çıktı, sonra annem, dalgasına bakmaya kıyamayacağın, kepkestane, ışıl ışıl ve capcanlı siyah saçlarını, sağ eliyle avuçlayıp bize göstermeye başladı. 

'Yıllar bir avuca sığar mı?'nın cevabı gözümüzün önündeydi. Bin dokuz yüz elli sekiz yılında dünyaya gelmiş ve bir o kadar kez bu dünyanın cefasını çekmiş bu kadın, henüz daha aktarmalarda oyalanan yolculara işte böyle teşhir ediyordu bitiş çizgisinin buruk gerçeğini. Zamanı dondurmak istemişti saçlarında, halen geç kalmadığını ispat etmek istemişti bu kestane dalgalı tellerin şahsında. Hani halen fırsat kalmış olabilirdi hayatı gönlünce yaşamaya, telafi şansı vardı daha.
***



Canımın, çekirdeğe yakın, vitamini bol yerinde saklı dostum Senem, whatsapp'tan yukarıdaki mesajı yolladığında, mesele sonunda çözülmüştü. 
Saatler Orta Doğu'yu gösteriyordu.
Mars'ta su aramaktan vazgeçilmişti bizim ülkemizde, leylekler bu mevsim göç rotasından çıkarmıştı bizi..
çocuklar, otuz beş günlükken ölmek kafalarına yatmadığı için, doğmaktan vazgeçmişti
ölüm bir kutsal olmaktan çıkmış zulüm aracına dönüşmüştü.
insanın içini eritecek cinsten sıcak ve sivil bir gülüş panzer arkasında sürüklenmişti.
başımıza bela bir kentte, cumartesilere yüz iki karanfil hüznü düşmüştü
oyuncaklar güney sınırını geçememişti
yarbayların bile devletle arası yarılmıştı,
ve
kardeşi kardeşle karşı karşıya getirenlere karşı, büyük kardeşin tahammülü kalmamıştı artık.
Mıknatısın iki ucu dört kutba dönüşmüştü ve bu dört uçtan hepsi birbirini fena halde iteklemişti.
Bir anne, gençliğine olan inancını yitirmişti.

Ve bu tabloda bana önemli bir görev düşmüştü,
üstleniyorum
mecburiyetle,
d

23 Ekim 2015 Cuma

'Neyi, Neden Yapıyoruz?'

Düzenli okur,
Bir günü yaz bir günü kış gibi geçirdiğimiz günlerin dengesizliği yetmiyormuş gibi bir de memleket genel seçimlere gidiyor. Olsun, elinden geleni ardına koymasın evren, Halep ordaysa arşın burda!
**
Malum, anlam arayış yolculuğumun ikinci chapterındayım. Bu bölümde hareketi, eylemleri, kararları ve bunları tetikleyen duygu ve düşünceleri irdeleyecem bol bol. 

Sabah kahvelerimin yanına kurabiye niyetine, en meşhur TED konuşmalarından birini koyuyorum. Bugün izlediğim konuşmanın başlığı;
'Neyi, niye yapıyoruz?'

İlginç bi soru di mi? Hayatımızın her dakikası karar almakla ya da vermekle geçiyor. Mesela neden saçımızı uzatıyoruz, ya da kestiriyoruz? Neden İngilizce ya da Kürtçe öğreniyoruz? Neden para kazanmak istiyoruz? Neden sağa değil de sola sapıyoruz?

Konuşmayı yapan Tony Robbins, insan evladının 6 temel ihtiyacı olduğunu söylüyor: 
(Kabaca çevirerek aktarıyorum)
  1. Kesinlik: Evrensel bir ihtiyaç bu. Acıdan kaçmak ve zevki garantilemek için lazım. Herkes hayalkırıklıkları ve problemlerden kaçmak için katiyete ihtiyaç duyar. O çok sevdiğimiz restorana bi kez daha gitmemizin, o çok sevdiğimiz filmi bi kez daha izlemek isteyişimizin nedeni, tatmin garantisidir.
  2. Belirsizlik: Hayatta her konunun net ve belirlenmiş olduğunu düşünün bir an. Bugünden itibaren, ne giyeceğiniz, ne içeceğiniz, ne yazacağınız, kimi öpeceğiniz, kaç para kazanacağınız, hangi şehre gideceğiniz gün be gün an be an planlanmış olsun. Nasıl hissederdiniz? Ben şöyle hissederdim: İMMMDAAAAAATT!!!!!!  :) Çünkü bu kadar kesinlik beni boğar. Ceza evinde gibi hissederim kendimi. Hayat dediğin sürprizlerle renklenir. Bunun için de belirsizliğe ihtiyaç duyarız. Robbins diyor ki, o çok sevdiğimiz filmi tekrar izlerken, üzerinden yeterince zaman geçmiş olmasını ve filmin bi kısmını unutmuş olmayı umut ederiz. Bilinmezlik, çeşitlilik ve yeni bir uyarı lazımdır hepimize.
  3. Önem: Herkes, özel, özgün ve önemli hissetme ihtiyacı duyar. Bunu, çok para kazanarak, çok dövme yaptırarak hatta şiddet uygulayarak yapabiliriz. Örneğin, A kişisi, bir silah doğrultsa B er kişisine, A kişisi B er kişisinin hayatındaki en önemli insan olur bir anda di mi?  Önemli hissetmenin milyonlarca farklı yolu var ve her insan farklı bir metot izliyor buna ulaşmak için.
  4. Bağlantı kurmak&Aşk: Hepimize lazım. Çoğumuz aşktan korktuğumuz için onun yerine bağlantılar kurmayı tercih edebiliyoruz. Aşık olursak inciniriz diye korkuyoruz. Duygusal ilişkisinde incinmiş olanlar elini kaldırsın litfeng! Ama kabul edelim buna ihtiyacımız var.  Samimiyet kurarak, arkadaş kazanarak, dua ederek, ister doğada yürüyerek ister bir köpek besleyerek olsun, aşık olmak ve bağlantıda olmak görmezden gelinemez bir gereksinim.
Bu dört madde, karakter gereksinimleriydi, son ikisi, ruha ait. Burası işte, tamamlanmayı gerçekleştirdiğimiz yer. İlk dördünü öyle ya da böyle elde ediyoruz fakat derin tatmini, bütün hissetmeyi sağlamıyorlar. Ammaaa, şunlar zurnanın zırt dediği hususlar:
  1. Büyüme: Büyümek zorundayız.(Konuşma İngilizce ve ben kendime not alırken bunu büyük harflerle GROW diye yazmışım) Bir ilişki eğer büyümüyorsa, bir ticari yatırım büyümüyorsa, sen büyümüyorsan ne kadar para kazandığının, kaç arkadaşın olduğunun, kaç kişinin seni sevdiğinin bir önemi yoktur. Kavrayışımızı, kapasitemizi, kabiliyetlerimizi genişletmeye mecburuz.
  2. Kendimizin ötesinde bir amaca katkıda bulunmak: Kendimiz dışında birilerine yardım ve hizmet etmeye odaklanmak ve başkalarına destek sunmak.
Evet okur, benim için acı verici olan mı komik olan mı demeliyim bilmiyorum ama bu en önemli son ikinin hayatım boyunca farkındaymışım. Yani hiç bir yere tam uyamayışımın, her şeye (kader dahil) direnç gösterişimin, bitmek bilmez bir değiştirme ihtiyacımın temelinde bu farkında olmadığım, farkında olma hali varmış.
Adam çok hızlı konuştuğu için, hızla not aldım. Yoksa el yazım mikkemmeldir yani :)

Videoyu izlerken, yukarıda da bahsetmiştim GROW diye kocaman harflerle yazmışım, büyüme maddesini. Burası çok önemli çünkü, yukarıdaki 6 maddenin her insan için sıralaması farklı.
Benim ilk altım şöyle:
  1. Büyümek,
  2. Kendimin ötesinde bir amaca katkıda bulunmak,
  3. Belirsizlik,
  4. Aşk ve bağlantı kurmak,
  5. Önem,
  6. Kesinlik
(Aslında benim için ilk dördü 1 numara, önem 2, kesinlik 3 :)

Şimdi sıra sende, okur!
  • Sen, bu altı ihtiyaçtan hangisine en çok odaklanıyorsun?
  • Bunlara ulaşmak için (iyi ya da kötü) hangi yollara başvuruyorsun? Örneğin, ilişkinde, işinde, beslenme şeklinde, ezgersiz planında.
  • Büyümek ve kendin dışında bir şeylere katkıda bulunabilmek için neler yapabilirsin?


Soruları, Tony Robbins'in sitesinden aldım:

Videoyu izlemek isteyenler dıklasın. 
tavsiye ederim,
kuvvetle,
d




21 Ekim 2015 Çarşamba

Yıldız Haritasıyla Sokakları Arşınlamak

Yeniden merhaba, okur!
Bu satırların yazıldığı an saat 07:22 ve günlerden yine bir Pazartesi. Venüs her zamankinden daha parlaktı bu sabah (ya da bu şafak mı demeli?) ben uyanıp perdeyi sola doğru sıyırdığımda. Kesin dedim, hava güzel olacak, çünkü Venüs bu kadar parlıyorsa gökte bulut yok demektir. Sonra,  servise binmeden önce J'ye el sallamak üzere balkona çıktım, yok hayır hava alabildiğine kapalıydı ve ikinci bir adıyla Sabah Yıldızı bulut katmanlarına inat ışıldamaktaydı. Bir süre bakıştık aramızda, içeri girdim sonra.
Venüs
Duvarları turuncuya boyalı ofisimizde, bastım ayaklı aydınlatmanın küçük lamba düğmesine, tık diye bi ses çıkardı, loş bir ışık yaymaya başladı. Android telefonumu elime aldım ve sıkışmış hissettiğim çoğu zaman yaptığım gibi TED konuşmalarından birini izlemeye başladım. Mucizelerle ilgili on altı dakikalık bir konuşma seyrettim. Mucize denen şeyin, algının farklı bir yöne kaymasından ibaret olduğundan; o algıya eşlik eden iradeden ve bu iradeyi yönlendiren bir akil iç sesten bahsediyordu, kadın.
Venüs'ün bana verdiği mesajı anlamıştım. Mektubunu aldım yıldızın, katladım, cebime koydum.
                                                                        **
Her çocuk gibi ve kimi zaman akşam karanlığında ekmek almaya çok gittim, ben de. Gidiş ve dönüş yolunda, kafamı yukarı kaldırıp, Büyük Ayı'ya hayranlıkla baktığımı çok net hatırlıyorum. Tavaya benzer bu yıldızlar kümesi benim fırın yolu arkadaşlarımdı. Sonraki uzun yıllar boyunca, nerede olursam olayım tavanın yönüne bakıp, ekmek almaya gittiğim o yol şu an nereye düşüyor diye hesaplama yapmaya çalışmışımdır.
                                                                       **
Sabırlı okur,
Karakterime, değerlerime, hayallerime yüz seksen derece ters olan mühendislik mesleğini bırakıp, free lance olarak Türkçe öğretmenliği yapmaya başladığımdan beri günlük hayatın seyri benim için çok yaratıcı ve sürprizli bir hal aldı. Her gün farklı bir semtte çalışmak (hatta bazen bir gün içinde farklı semtlere gitmek) algımı çok canlı tutuyor. Her saniye yeni bir şey fark ediyor, her an etrafımı gözlemliyor ve sık sık keşif yapıyorum.
                                                                    
Dersten çıkıyorum, sağ elimde hep kırmızı dosya çantam, gözlerim en uzak noktaya kilitli, huşu içerisinde  yürüyerek bir trans halini yaşıyorum. O an ruhum, beden teknemin burnuna yerleşiyor ve sağ elimi alnıma sıfırlayarak ve en uzağı seçmek istercesine, bir 'kara' arıyor, yanaşacak. 
'Burdan sağa' diyor bazen,
'Burdan düz devam et' diyor bazen de.
Beni çağıran sokaklar, çocuklar, hayvanlar, insanlar, köprüler, dükkanlar, yemekler, duygular ve gizemlere yöneliyorum direnmeksizin. Hayat o an büyük bir doğaçlama oyuna dönüşüyor. Başımın üzerinde, Büyük Ayı var hep sanki ve ilk kez arşınladığım o kaldırım, ilk defa saptığım o sokak, tümsek ve çukurlarını ezbere bildiğim o fırın yoluna dönüşüyor her seferinde.
                                                                     **
Venüs'e Dünyanın ikizi de diyorlar, hatta bir zamanlar üzerinde yaşam olduğuna dair efsaneler de var. Güneşe en yakın ikinci gezegen olmasına rağmen, en sıcak olan o. Tupturuncu fotoğraflar çıkıyor googledan aratınca adını. Kendi ekseni etrafında, Güneş Sistemindeki diğer tüm gezegenlerin aksi istikamette dönüyor ve Güneş etrafındaki dönüşünü 224.7 Dünya gününde tamamlıyor.

Sabah, neyin farkına varmamı istediğini, çok daha iyi anlıyorum diğer bir adıyla Tan Yıldızı'nın, şimdi. 

Sen, diyor, günlük hayatında,
  • kendi etrafında dönüyorsun ve fakat farklı bir istikamete gitme cesaretini gösterebiliyorsun.
  • güneşten ışık alıyorsun ve yüksek bir ısıya çevirebiliyorsun.
  • içinde organik bir navigasyon var ve bunu iyi kullanabiliyorsun.
  • üç yüz altmış beş günlük yılları ikiyiz yirmi dört nokta yedi günde yaşıyorsun, o yüzden takvimlere sığmıyorsun.
  • çok yukarılar ve çok uzaklar, çok yakın geliyor sana.
  • parlayana bakmaya doyamıyor ama parlamaktan ölümüne korkuyorsun.
  • erken düştüğünde yola  kendinle gurur duyuyorsun.
  • 'sabırsızlık ve tembellik bütün kusurların anasıdır' diyor Kafka, hak veriyorsun.
  • herkes uyurken, uyanık ve oksijeni bol olmak doping oluyor sana
ve diyor ki son olarak,
  • mucize beklemekten vazgeçmiyorsun ama o çok aradığın kayıp kenti bulmak istiyorsan bir gün eğer, güvenmen lazım içindeki pusulaya.
tüm yönleriyle,
d

18 Ekim 2015 Pazar

Gidenlerin Ardından...

Anaydan, 
babaydan, 
yardan, 
kardeşten,
evlattan,
ve hayattan, 
ve güneşten,
ve aydan 
         ayrı düşen yoldaşlarım, arkadaşlarımın anısına...




Aycan Kaya
Azize Onat

Cemal Avşar

Fatma Karabulut
Selim Örs

9 Ekim 2015 Cuma

Bir olimpiyat dalı olarak: Senkronize Yaşama

Can okur,
Kampüs yıllarımızda, arkadaşım Sinem (biz ona sarışın deriz) bigün bana 'benim en sevdiğim gün çarşamba' demişti. Yıllarca bu cümleyi çevirmişimdir aklımda. Bir insan evladı, sel alan bir günü nasıl olur da sever diye. :) 
Bugünse günlerden cuma. Benim, iki favori günümden biri. Diğeri de Cumartesi. İtiraf etmem gerekirse, cumaya olan sevgim, küçük kalır pazartesine olan gıcıklığımın yanında.
Nasıl, erkekler askerden döndükten sonra yeşil mercimekten nefret ederlerse, ben de öyle nefret etmişimdir pazartesilerden. Uzun yıllar devam edegelmiş bu travmam, önceki iş hayatım ve öğrencilikten kalma. 
Maçka Parkı, 5 Ekim Pazartesi, 12:59

Evren on dört milyar yaşında, Dünya dört buçuk milyar.
İnsan iki yüz bin yaşına bastı ve iki bin on beş sene geçti milat ilanından sonra.
Ademoğlu zamanı şöyle paketledi:
üç yüz altmış beş günler toplanınca; 
haftalar elli ikiye varıp, 
aylar on ikiye ulaşınca;
günler otuzu bulup,
saatler yirmi dört kez birikince;
tam altmış tane dakika uç uca eklenip,
altmış adet saniye terazide durunca,
bir altmış rabia daha dolup saliseye dönüşünce....
Böyle böyle gidiyor işte.

Bu adına zaman denen bir büyük bilmece, ambalajlanıp güneşin altına konunca,
İnsanoğlu başladı akan anları saymaya.

Ben de çok sık bakarım saatime, 
Misal ortalama,
Bir buçuk saatte ders sonlandırır,
Seksen dakikada blog yazısı yazıp,
elli dokuz dakikada karşıya geçerim,
On dört dakikada duş alır, 
Altı dakikada makyaj yaparım, filan.

Fakat tam otuz beş yıldır,
Ne yapar, neremi yırtarsam, zamanı tutturamam.
Hayatın, önüme 'ye' diye koyduğu yemekler, ya soğumuştur ve yağı donuktur, ya ağzı yakarcasına sıcak.
Bu, hayata geç kalmışlık, ya da sırası daha gelmemişlik hali yaşam defterimi ciltlemiştir.
Örneğin, on yedi yaş gıda mühendisi olmaya başlamak için çok erkendi,
Eşimle tanışmak için yirmi sekiz yaş çok geç.
Annem ilk evine elli dört yaşında kavuşunca fazla yıpranmıştı artık,
babam babasından özür dileyince iş işten geçmişti.
O taziye telefonunu ettiğimde mehmet abiye, acısı uyuşmuştu,
on iki yaşımda suç ve ceza okuduğumda çok çok erken.
Eskişehire dershaneye yazdırdığında babam beni, öğrenmeye başlamak için çok geçti.
'hafta sonu ve bayramlarda insanlar çalışmıyormuş meğer'i fark ettiğimde gemi hayli yol almıştı.
Çok sevdiğim arkadaşıma 'o adam dangalağın teki bırak' diyemedim henüz :)
Dangalak yükünü aldı gitti.
Annemin beni sevdiğini anladığımda ya da annemden nefret etmediğimi,
bir ömür yarısına gelmişti.
Cesur Yürek filmini halen izlememişim, gerisini sen düşün.

Yani candan okur,
zaman benden kaçtı çokça, bazen de ben ondan.
çocukken oynardık ya köşe kapmaca, işte aynısından.

Beş ekim pazartesi, iki bin on beş! 
Nişantaşı'ndaki sabah dersim bitti, Abdi İpekçi Caddesi'nden aşağı saldım kendimi,
Vardım Maçka Parkına.
Deniz'le son bir seans saatimizin sonrasında,
çıkardım çantamdan 'yumuşah g' dergisini, açtım uzunlamasına, koydum kıçımın altına.
Deri ceketimden de yatağın üst kısmını yaptım, uzandım sırtımın üstüne.
Ellerim başıma yastık, gözlerim gökyüzünde.
Tek bir bina yok bakış açım dahilinde.
Az evvel bana sırnaşan turuncu tüylü kedi, biraz sonra gözlerini gözlerime kilitleyerek dibime kadar giren lassie tipi köpek, 
neden sonra biraz ötede toplaşan siyah kargalar, yok şimdi ortalıkta.
Sadece gözlerim ve gök var orada ve o anda.
Çam ağacının iğneleri, kavağın yaprakları, dutun dalları ve bir kaç başka ağaç daha, manzarama çerçeve oluyorlar.
Geçmiş yok, gelecek de yok ortada.
Ama vücudumdan yayılıp, üzerine uzandığım çimleri kaplayan ve gittikçe genişleyen bir şimdi var etrafımda.
Yayılarak büyüyüp nihayet bir kanala dönüşen bu huzurlu boşluk,
Uzanış açıma göre soluma düşen ve Karadeniz'den kopup Ege'ye dökülen suların üzerinde çuf çuflayarak ilerleyen yataklı zaman trenine biniyor, tam boğazdan geçiş saatinde.

Evet canım okur,
İlk defa hayatımda, o gün gökyüzünde çooook yukarda karşılıklı döne döne ve daire çizerek uçan kuşlara baktığımda,
Anladım ki ben zamanı ta kalbinden yakaladım sonunda.
Bundan önceki hayatımda ne olduğundan, sonrasında ne olacağından özerk ve bağımsız bi biçimde,
Bu yaşımda, bu şehirde, bu parkta, bu çimde ve bu çam ağacının altında geçiyordu zaman,
yazarın hayatımı anlattığı kitabın o günkü sayfasında.
Chapter 2
Pazartesi, 12:59

senkronizasyonla,
d

7 Ekim 2015 Çarşamba

Günümüz Yaşamı



Daha yüksek binalarımız, ama daha kısa sabrımız var; daha geniş oto yollarımız, ama daha dar bakış açılarımız var.
Daha çok harcıyoruz, ama daha az şeye sahibiz; daha fazla satın alıyoruz, ama daha az hoşnut kalıyoruz.

Daha büyük evlerimiz, ama daha küçük ailelerimiz; daha çok ev gereçleri, ama daha az zamanımız var. 
Daha çok eğitimimiz, ama daha az sağduyumuz; daha fazla bilgimiz, ama daha az bilgeliğimiz var. 
Daha çok uzmanımız, ama yine de daha çok sorunumuz; daha çok ilacımız, ama daha az sağlığımız var.

Çok fazla alkol ve sigara tüketiyoruz, çok savurganca para harcıyoruz, çok az gülüyoruz, çok hızlı araba kullanıyor, çok çabuk kızıyoruz, çok geç saatlere kadar oturuyor, çok yorgun kalkıyoruz, çok az okuyor çok fazla TV izliyoruz ve çok ender şükrediyoruz. 
Mal varlıklarımızı çoğalttık, ama değerlerimizi azalttık.
Çok konuşuyoruz, çok az seviyoruz ve çok sık nefret ediyoruz.

Geçimimizi sağlamayı öğrendik, ama yaşam kurmayı öğrenemedik. 
Yaşamımıza yıllar kattık, ama yıllara yaşam katamadık. 
Aya gidip gelmeyi öğrendik, ama yeni komşumuzla karşılaşmak için caddenin karşısına geçmekte sorunumuz var. 
Dış Uzayı fethettik, ama iç dünyamızı edemedik. 
Daha büyük işler yaptık, ama daha iyi işler yapamadık.
Havayı temizledik, ama ruhumuzu kirlettik. Atoma hükmettik, ama önyargılarımıza edemedik. 
Daha çok yazıyoruz, ama daha az öğreniyoruz. 
Daha çok plan yapıyoruz, daha az sonuca varıyoruz. 
Koşuşmayı öğrendik, ama beklemeyi öğrenemedik. 
Daha fazla bilgiyi depolamak, her zamankinden daha çok kopya çıkarmak için daha çok bilgisayarlar yapıyoruz, ama git gide daha az iletişim kuruyoruz.

Zaman artık, hızlı hazırlanan ve yavaş sindirilen yiyeceklerin; büyük adamlar ve küçük karakterlerin; yüksek kârlar ve sığ ilişkilerin zamanıdır. 
Günümüz artık, iki maaşın girdiği ama boşanmaların daha çok olduğu, daha süslü evler, ama dağılmış yuvaların olduğu günlerdir. 
Bu günler, hızlı seyahatler, kullanılıp atılan çocuk bezleri, yok edilen ahlaki değerler, bir gecelik ilişkiler, obez bedenler ve neşelendirmekten sakinleştirmeye hatta öldürmeye kadar her şeyi yapabilen hapların olduğu günlerdir. 
Vitrinlerde her şeyin sergilendiği, ama depolarda hiçbir şeyin olmadığı bir zamandayız. 
Öyle bir zaman ki teknoloji bu mektubu size getirebilir, siz bu içselliği ya paylaşmayı, ya da sil tuşuna basmayı seçebilirsiniz.

-George Carlin-

3 Ekim 2015 Cumartesi

Ben bir Amaç'ım

Derin okur, 
2 Ekim'de, bir karar açıklayacaktım, bugüne kaldı.
Koçluk seanslarıma son vermeye karar verdim. 
Koçlukla işim bitti ya da, alâkam kesildi değil, seanslarım bitti, buraya dikkat. 
Deniz'le Cuma saat 2'ye sözleşmiştik ama Pazartesine ertelemek durumunda kaldık.
Son seansı yapıp, bi blog yazısı patlatırım diyodum, olmadı. :)

Analitik okur,
De ki bu da nerden çıktı? 
İzah edeyim:
Kuzenim Yağmur'la Deniz arasında koçluk çöpçatanlığı yaptığım günün akşamı, dersten eve döner, yokuş aşağı iner ve hiç unutmuyorum  UCZ'nin önünden geçerken içimden yine bir a-ha sesi geldi.
Aslında bu 'aydınlanma' meselesi ayrı bir blog yazısını hak ediyor ama ben kısaca değineyim.


  1. Havai fişekler vardır, gürültüyle fırlarken tektir, bine bölünür ardından, sonra aşağı inerek söner.
  2. Sokak ışıkları vardır bi tek direğin etrafına turuncu bi ışık yayar.
  3. Ampuller florasanlar vardır insanın gözünü yorar, 
  4. Bir de aydınlatmalar vardır, karanlıkta havaya fırlatılır, çok geniş bir alanı ışıkla yıkar, o süreli aydınlıkta görünenler, sonraki planlara ışık tutar.
İşte benimkiler bu sonuncu cinsten. 
İçimdeki akşam üstlerinin üzerine hep bu renkli ışıklar damgasını vurur. (ya da vurar :)
UCZ'den inerkenki, 
sarı renkti.
                                                  ***

Dikkatli okur,
Blogun düzenli takipçilerindensen bilirsin; 
beş, on, yirmi yıl şeklinde kalkınma planlarım yok benim.
Bugün var ve biraz sonraya ağlarını atmış bir şimdi var. 
O akşam yokuş aşağı, vites boşta inerken fark ettim, bir yıl öncesinden çok farklı bir ruh halindeyim. Mühendisliği bırakmam ve hayatıma radikal bir değişim eşliğinde yön verme isteğim, babamın tutukluluk durumu ile süresiz bir sekteye uğramıştı. İki buçuk yılın sonunda bir bahar akşamı nihayet güzel haberi aldığımda, içimde hayata geçmeyi bekleyen üç yaşında çocuk planlar, cevaplanmayı isteyen üç yaşında ergen sorular vardı. Boy boy, biçim biçim, istemediğin kadar hem de. Gerçekten, çok yavrulu bi kuş gibiydim, hangi birini doyursam, hangisini giydirsem, hangi şımarığı pataklasam ve hangisinin saçlarını örüp okula yollasaydım!
Haftanın her günü blog yazısı yazıyordum bir dönem, yetmiyordu, üstüne akşam postası mı yazsam bi de diye düşünüyordum :)

Yani benim güzel okurum, bagajım epey yüklü ve doluydu.
Geçen bir yıl, dört mevsim, on iki ay ve elli iki haftada tüm çocuklar büyüdü, yuvadan uçtu, kalakaldım ortada. 
Huzurlu ve yalnızım içimdeki balkonda, 
sallanan bir koltukta, 
ileri geri salınmaktayım.
Evet, sarı renkli ışık, bunu diyordu bana,
ilerlemiyorsun artık, yerinde sayıyorsun, 
artık var bunun farkına.

Hikâyenin başında blogumun başlığı;
'Ben Kimim: Kendini Arama ve İnşa Günlüğü' ydü.
Bugün geldiğimiz noktada, ikinci bir chapter açılıyor hayatımda.
Artık birikmiş, kendini dayatan, aciliyet taşıyan soru ve sorunlardan çok, kurgular, vizyonlar olacak çalışma masamda.

Dünya'ya ya insan gibi yaşamaya geldim,
ya da insana yaraşır biçimde ölmeye.
Şimdi mesele bu amacın ne olduğunu keşfetmekte,
ve yolun devamını bu şiarla yürümekte.

Dün, telefonuma bir ekran koruyucu ararken, Google'a ünlü ressam Monet'nin adını yazıp arattım. Onun tablolarındaki ışık, canlılık, renk, aydınlık beni her seferinde çok hafifletir. Görseller arasından bulduğum bir resme gözlerim kilitli kaldım bir süre.
Çayırdan bir tepenin başında bir kadın, uzaklara bakıyor.
Göğün ve yerin tam ortasında duruyor.
Arkasından bir rüzgar ittiriyor ama onun acelesi yok.
Sol kolunun vücuduna paralel duruşu, sükunet
Sağ elinin, şemsiyeyi kavrayışı zarafet,
Bembeyaz elbisesi, safiyet,
Ayaklarının zemine oturuşu emniyet,
Şapkasının sağa kaykılışı, estetik,
Yüzünün olmayışı, feraset
Bedeninin uzağa görünmez uzanışı,
henüz bulunmamış bir varoluş amacı.

İşte filmin ikinci yarısında, 
beni bu amacı bulmak meşgul edecek,
'Yaşam amacını bulma rehberi' adıyla,
d