24 Eylül 2018 Pazartesi

Hayatımızın Yönü

Tam sayıları ve güzel havaları severim.
Takvimleri de severim.
Tam sayılı günlere denk gelen güzel havalarda dışarı çıkmaya hele bayılırım.

15 Eylül, Cumartesi
Evden çıkıyoruz J ile, istikametimiz; Dolmabahçe, Maçka, Nişantaşı ve Harbiye'nin buluştuğu yer; Maçka (Demokrasi) Parkı. 
Beşiktaş'ta motordan inip yayan olup Akaretler yokuşundan yukarı tırmanıyoruz. Güneş iğne gibi batıyor yüzüme, susamışım ama nasıl. Nihayet ağaçları gördüğümüzde rahatlıyorum ve sığınıyoruz bulduğumuz gölgeye. Vücutlarımız stres yüklü sıcaktan halen, ama serinlik ve aşağı eğim sakinleştirmeye başlıyor bizi. 
Çok geçmeden lise çağlarında bir grup genç çarpıyor gözümüze, hepsi ayakta. Neredeyse tamamı siyah renkli olan sırt çantaları çimlerin üzerine rastgele atılı, her bir çantanın yanında koyu kahve boş bira şişeleri veyahut ortasından ezilmiş teneke bira kutuları. Grubun önceki bir kaç saat boyunca tam olarak nasıl oturduklarını getirebiliyorum net bir şekilde, gözümün önüne. Siyah svetşörtlü iki genç erkek, kafası güzel olan arkadaşlarının koltuk altlarından  kavramış tutmaya çalışıyorlar ayakta.

Beş altı metre ilerde, yaşları, giyim kuşamları, saç stilleri, yüz ifadeleri bir öncekiyle aynı bir grup daha görüyoruz. Onların da hepsi ayakta. Bu sefer hiç bira şişesi yok yerde ya da kutusu. Bunlar otururken başka birşey içmiş belli, burda da var kafası güzel biri, o da sallanıyor ileri geri, onu da zor tutuyor ayakta arkedeşleri. Bu kalabalığın kuyruk kısmında, yani onların yanından geçip gitmemize ramak kala, hepsi kısa boylu, birisi erkek ikisi kız çekingen kırsal bakışlarla etrafı kesiyorlar. Tüm bu büyük kitlenin utanan yegane üyeleri bunlar.

İçimde bir tiksinme ve üzülme hissi, devam ediyoruz yürümeye.
Parkın baya baya içindeyiz artık, dikdörtgen prizma biçimindeki belediye tuvaletlerini geçer geçmez soldan bir gürültü kopuyor, Küçük Çiftlik Park'ta bir festival var, sunucu Çağla Şikel'in birazdan sahneye çıkacağı haberiyle kitleyi coşturmaya çalışıyor.  Konser alanının hemen ilerisindeki  Beşiktaş stadında maç başlayacak akşam üstü.

Tek düşünebildiğim susuzluktan ölüyor olduğum, musluğu kapanmayan çeşmede kollarımı boynumu ıslatıyorum. Parkın Nişantaşı girişine dek yürüyoruz. Köfteci teyze ortasına kocaman bir buz kütlesi koyduğu plastik mavi leğende itimat marka ayran, kutu fanta kutu cola ve su satıyor.  Hiç biri soğuk olmayan bu içeceklerden soğukluk hissini psikolojik olarak en fazla verenleri seçiyor ve beş buçuk lira veriyoruz. Köfteci teyzenin hemen yanında Çiftlikbank'ın kurucusu Mehmet Aydın'a, nam-ı diğer tosuna benzeyen genç bir adam sofra bezi satıyor. Biri on biri on beş diyor fiyat sorunca biz. Ne farkı var demeye kalmadan, on beşe olanı havaya fırlatıyor iki ucundan sıkıca tutarak. Alacalı renkleri ile kocaman bir örtü seriliyor ayaklarımıza doğru. On lira veriyoruz diğerini alıyoruz.

Bi ağacın altına oturalım diyor J. Hafif eğimli bir zeminde, güzel bir ağacın dibinde oturuyoruz. Her ne kadar göremesek de karşımızda boğaz var, biliyoruz.

KUZEY batımızda kırk beş yaşlarında, Zeki Demirkubuz'un tıpkısı bir adam, haki pantolonu ve sarı saçlarıyla otuz beşten fazla olmadığı belli eşi ve kamuflaj kıyafetini beyaz mama önlüğü ile kombinlemiş, güneş ışığı rengi saçları, ikisi alt ikisi üstte henüz toplam dört dişiyle en fazla altı yedi aylık bebekleri... Çift birleriyle hiç konuşmuyor. Aralarındaki tek etkileşim bir ara bebeğin altını değiştirirken anne, babanın ona ıslak mendil uzatması. 
Sürekli telefondalar. Birbiriyle hiç konuşmayan bu ailenin, dünya macerası henüz bir kaç önce başlamış güler yüzlü bebeği, parktaki tüm hayvanlar ve insanlarla sessiz bir diyalog içinde. 
Benimle de. Bebek, on gün sonra blogumda ondan bahsedeceğimi biliyor.

BATImızda biri (tahminimce) nijerya biri asya biri ingiltere biri türkiyeli dört kişi kahkaha atıyor sık sık, o biçim kuullar ve farkındalar kuulluklarının. Bu tip insanlar hep ürkütmüştür beni. Ürkmem dünya üzerinde bilmediğim tek dili, 'kibirce'yi konuşuyor olmalarından.

GÜNEY batımızda yakın bir zamanda aile olacakları belli üç kişi çekirdek çitliyor süratle. Kırmızı yazmasını çıkarsak kadının, gözüne bir gözlük taksak, yüksek belli koyu mavi bir kot ve belin hemen bitim hizasında beyaz bir tişört giydirsek, koyu kahve bir ruj sürüp dudaklarına saçlarını sarıya boyasak ve düzleştirsek akabinde aynı tıpkısı olacak hemen yanında oturan kızının. Kızın sevgilisi olduğu belli genç çocukta gereksiz ve çıkarcı bir mahcubiyet. 'Şu teleferiğe atlayıp parkın üzerinden geçiverin Beyoğlu evlendirme dairesine, şahidiniz de hazır madem' diyesim geliyor, demiyorum. Üç dakika sonra üçü de sağ eliyle ağızlarına çekirdek taşırken, sol elinin baş parmaklarıya telefon ekranlarını aşağı kaydırmaya başlıyorlar.


DOĞUya dönüyorum yüzümü ve tüm bu eş zamanlı görüntülerin benim zihin dünyamdan süzülüş biçimini idrak etme fırsatı buluyorum. Bir blog yazısı yazmaya karar veriyorum ama, acaba fotoğraf çeksem mi diye düşünüyorum hani detayları unutmasam. O an teknolojisiz bir dünyada insanlar gözlemlerini nasıl hafızalarına kaydediyorlardı acaba diye düşünüp vazgeçiyorum, telefona uzanmıyorum bile. O ana kadar olan tüm şeyleri kafamda tüm detaylarıyla canlandırıyorum gözlerimi kapatarak.

Sonra tam önümüzde kırmızı beyaz kareli bir örtünün üzerinde gece yıldızları izlemek için nasıl uzanırsa insan öyle uzanıp ters V şeklinde kafalarını tokuşturarak sohbet eden iki genç kadına bakıyorum uzun uzun. Olan bitenden haberdar değil ikisi de. Hap içmiş liseli gençleri, köfteci teyzeyi, sofra bezlerini havaya savurarak sergileyen tosunu, asker kıyafetine inat herkese gülücük saçan sarışın bebeği bilmiyorlar. Candan ve sözlerini üst üste bindirerek konuşuyor, birbirlerini ve kameradaki görüntülerini çok seviyorlar, arada  biraz daha gülmek için selfie çekiyorlar. 


Yaşamlarımız tüm çıplaklığıyla, diye düşünüyorum kaydediliyor bir yerlerde ve bırakmaya çalıştığımız intibalar boş, gerçeği bilen birileri var her zaman etrafta.
yerin kulağı,
havanın teni,
göğün gözü,
ve gözlerimizin elleri var.
Karanlıktayken bile, tarihin o mutlak ve tam sayılı sayfasına yazılı güzel günü olabildiğince olduğu gibi yazmayı isteyen, elleri var gözlerimizin.
her yerde,

17 Eylül 2018 Pazartesi

Kendi hesabına çalışmak

Canım okur,
Bundan bir önceki yazıyı yayınladığımda dolar üç elli yedi imiş ve son paragrafta şöyle demişim: 'Jabberbox'ın kuruluş hikâyesini bir sonraki yazıda anlatırım'. 
Yazılı tarihi olmadığı için sözü senet sayan bir halkın, Kürt halkının evlâdı olarak, tutayım sözümü:
2017 yılı Vergi Levham


12 Ocak 2017 Perşembe
Zincirlikuyu durağında metrobüsten inip karanlık bir sağanakla buluştuğumda saatler 07:45'i gösteriyordu. Merdivenlerden yukarı çıkıp Beşiktaş istikametine doğru yürümeye başladım. Hedefimde TEB'in Gayrettepe binası var. O yolu ancak yürümüş olanların bilebileceği gibi yağmur yağdığında sağ kenardan seller akar ve doğru dürüst bir kaldırım da olmadığından resmen suyun içinde yürürsünüz.  Şemsiye sadece düzleştirilmiş saçlarımı ıslanmaktan koruyabiliyor zirâ rüzgar suyu mümkün olan her açı ve yönden savuruyor üzerime.


Her zaman yaptığım gibi suratımda kocaman bir gülümsemeyle selamlıyorum güvenlik görevlilerini ve geçirmiyorum X-Ray cihazından çantamı. Ziyaretçi kartım elimde, donuk bakışlarım siyah topuklu deri botlarımın üzerinde iniyorum altıncı katta. Fransız öğrencim Philippe'in ofisinden içeri girdiğimde, popo kısmı hariç yeşil kotumun  tamamı sırılsıklam.

Her zaman yaptığım gibi suratımda kocaman bir gülümsemeyle başladığım dersim doksan dakika sonra sona eriyor. O günkü ders programım boş, eve dönüyorum. Bedenimi kuru giysilerle yatıştırdığımda, halının üzerine popomu koyuyor, sırtımı duvara verip tavana bakıyorum. Derin bir altüst oluş...Aklımda tek bir soru var, ben bu çileyi kimin için çekiyorum? Cevap basit, yıllardır beni sömüren patronum için. Mortgage borcumuzun başladığı ay, kendisinden (ilk ve son defa)  zam istediğimde bana bir saatine 5 lira evet yazıyla beş lira 'zam' yapmıştı kendisi. Ve o günlerde henüz kurlaştığı şimdilerde eşi olan kadınla akşam yemeklerine gözünü kırpmadan 900 lira verdiği konuşuluyordu şirkette. Evet tablo ortadaydı, atalarım, dedelerim, nenelerim gibi bir kez daha ve ben de eziliyordum.

Nihayet gözyaşlarım kuruduğunda, her zaman olduğu gibi berraklaşıyor zihnim. Telefonu elime alıp whatsapp ikonuna basıyorum. Sohpet arama çubuğuna can arkadaşım 'Gönül'ün ismini yazıyorum. Kendisi muhasebeci. Mesajım kısa, 'Yarın sabah müsait misin?'

Sabah saatler on sıfır sıfırı gösterdiğinde Tünel'deki Türk-Alman kitabevinde Gönül'le karşılıklı kahvelerimizi içiyor oluyoruz. Uzun lafın kısası diyorum, ben kendi şirketimi kurmak istiyorum, ne diyorsun? O hep gülen güzel beyaz yüzünde arkadaşımın, ciddi bir ifade beliriyor, yeşil gözleri keskin: Tabii yaparsın canêmin!*

Takvimler iki bin on yedi yılının on beş mart'ını gösterdiğinde kendi tarihimde ilk kez nur topu gibi bir şirketim olmuş oluyor. Yarabbi, kendi hesabına çalışmak ne tuhaf bir duygu. Kendini bir başkasına/başkalarına adamadan, ötekileri düşünmeden sadece ve sadece kendin için çalışmak. 
Bu yeni hisle henüz ne yapacağımı pek bilemeden işte böyle başlıyor patronluk maceram.

Vira!
D

*Canêmin: benim canım