24 Ekim 2022 Pazartesi

Arayan


Ferah Mahallesi'ndeki Çamlıca Semt Polikliniği'nde kan verdikten sonra otobüs durağına doğru yürümeye başlamıştım o Salı sabahı. Namazgah tarafına yolu düşmüş olanlar bilir, büyükçe bir mezarlık vardır orada, Çamlıca Mezarlığı. Defalarca yürümüşlüğüm var o yoldan ama üst kısmının Ferah'a kadar uzandığını fark etmemiştim o zamana değin. 

Anca göl kenarlarında, dağ başlarında bulunur cinsten bir huzur, ağaçların arasında ebedi uykularına yatmış olanlardan yayılıp bana doğru yaklaşırken, bir gün önce T24'ün youtube kanalında izlediğim Orhan Pamuk röportajı üzerine düşünmekteydim. Murat Sabuncu'yu Büyükada'daki evinde misafir etmişti Pamuk ve son kitabı Uzak Dağlar ve Hatıralar ve pek çok başka konu üzerine doyurucu bir sohbete dalmışlardı, ben de yanlarındaydım aslında o anda, balkondan Sedef Adası'nı izliyor, bir yandan da onları dinliyordum. 


2009'dan itibaren kronolojik olarak her gün tuttuğu kısa notları, düşüncelerini, yaşadıklarını anlatıyor bu kitabında yazar ve şöyle diyor: ''bekleme koltuklarında, trenlerde, metrolarda, kahve-lokanta masalarında bu defterlere bişey yazdım ve biraz da resmettim''.

Masanın üzerinde yanılmıyorsam beş defter var ve turuncu renkli olanı elinde tutup sayfalarını çevirmek suretiyle kameraya ve karşısındaki gazeteciye göstererek şöyle diyor: ''8 yaşından beri ben hatıra tutarım'' ''15 yıl evvel bu küçük boydakileri aldım ve resmetmeye başladım''

İşte uyuyanların etraflarına yaydıkları huşu hissine benzer bir duygu mezarlık duvarının üzerinden tutup kavrarken beni, bu düşünceleri taşıyordum kafamda, her güzel şey gibi yaşamın da kısa oluşunu, bunu ancak ve ancak hep beraber ve birer ucundan tutarak bütünlüklü yaşayabileceğimizi, payıma düşen kısmı nasıl kaydetmem gerektiğini, günce tutmayı bir kez daha denemenin yararlı olup olmayacağını tartıp duruyordum.

*

Öğleden sonra Venezüellalı yeni İspanyolca öğretmenim Rocio ile Skype'ta buluştuk, ve bana bugünün ders materyalinin kısa bir hikaye olduğundan bahsetti. Hikayeyi okuyunca içimdeki bulmacanın eksik parçasını bulmuşcasına bir tamamlanma hissi yaşadım. Hikayeyi İspanyolca'dan Türkçeye çevirmeye,  buraya yerleştirmeye, sonrada bu minik not defterini daha sonra üzerinde başka çızıktırmalar yapmak üzere tekrar ceketimin iç cebine kaldırmaya karar verdim.

*


Arayan*

Bu, kendisini arayan olarak tanımlayabileceğim bir adamın hikayesi. Arayan, aramakta olan kişidir. Aradığını bulmuş olması gerekmez. O, ne aradığını bilen biri de değildir. En basit ifadeyle, yaşamı kendisi için bir arayış olandır.

Bir gün Arayan, Kammir şehrine gitmesi gerektiğine dair bir hisse kapıldı. Adam, bilinmeyen bir yerden  ve kendiliğinden gelen bu tip duygulara titizlikle kulak vermeyi öğrenmişti, o yüzden her şeyi bırakıp yola çıktı. Tozlu yollarda geçen iki günlük bir yürüyüşten sonra Kammir uzaktan görülmeye başlamıştı, ama köye varmadan kısa bir süre önce patikanın sağında bir tepe çarptı gözüne

Tepe muhteşem bir yeşille kaplıydı ve bir sürü ağaç, kuş ve güzel çiçekler vardı üzerinde. Tepenin etrafı, cilalı bir ahşaptan yapılmış özel bir tür küçük çitle tamamen çevrilmiş vaziyetteydi ve çitin küçük bronz kapısı insanı adeta içeri girmeye davet ediyordu. Aniden, köyü unuttuğunu hissetti ve  o yerde kısa bir süreliğine dinlenmenin cazibesi karşısında yenik düştü.

Arayan, geçitten geçti ve ağaçların arasına rastgele dağıtılmış gibi görünen beyaz taşlar arasında yavaşça yürümeye başladı. Bir arayana ait olan gözlerinin bu yeri gözden geçirmesine izin verdi... Belki de bu yüzden bazı taşların üzerindeki o yazıları keşfetti. Abedul Tare, 8 yıl, 6 ay, 2 hafta ve 3 gün yaşadı?  Bu taşın sadece bir taş olmadığının farkına vardığında biraz afalladı. Bu bir mezar taşıydı ve o kadar küçük yaştaki bir çocuğun orada gömülü halde olduğunu düşünerek çok üzüldü. 

Adam etrafına bakınca, yandaki taşın üzerinde de bir yazı olduğunu farketti. Okumak için yaklaştığında şunu gördü: Lamar Kalib, 5 yıl, 8 ay, 3 hafta yaşadı. Arayan, korkunç bir şok hissetti. Bu güzelim yer, aslında bir mezarlıktı ve her bir taş birer mezar taşıydı. Her birinde benzer şeyler yazılıydı: bir isim ve öldüğü ana kadar yaşadığı birebir süre. Fakat ona korkuyla dokunan şey, kendisinin daha uzun süre yaşamış olduğunu anlamaktı. Korkunç bir acıyla yüklü bir biçimde, oturdu ve ağlamaya başladı.

Mezarlığın bakıcısı o sırada oradan geçiyordu ve adama yaklaştı, onun ağlamasını izledi bir süre sessizce ve sonra ona tanıdık biri için ağlayıp ağlamadığını sordu.

-Yo hayır, tanıdık biri mi? -dedi Arayan-. Ama.....Bu köye ne oldu böyle? Bu şehirde nasıl bir korkunç şey var ki bu kadar küçük yaştaki çocuklar gömülmüş buraya?  Bu insanların üzerine çöken, onları çocuk mezarlığı yapmaya zorlayan bu korkunç lanet ne?

Yaşlı bakıcı gülümsedi ve şöyle dedi:

''Sakin olabilirsiniz, böyle bir lanet yok, olan şu ki buralarda eski bir geleneğimiz var bizim. Durun anlatayım size... Genç birisi on beş yaşına bastığında, anne ve babası kendisine küçük bir not defteri hediye ederler-boynunda asılı olan şeyi tutarak- benimki gibi, işte bu geleneğimize göre o andan itibaren çok yoğun bir şekilde bir şeyden keyif aldığında, not defterini açar ve yazmaya başlar: sol tarafa keyif aldığı şeyin ne olduğunu, sağ tarafa da bu neşenin ne kadar süre devam ettiğini. Kız arkadaşıyla tanışıp aşık olmuştur mesela. Bu büyük tutku ve kızı tanımanın memnuniyeti ne kadar sürmüştür? Bir hafta, iki? Üç buçuk hafta? Peki sonra?, İlk öpücüğün verdiği duygu? Öpücük ne kadar sürdü? Bir dakika otuz saniyelik bir öpücük? Etkisi iki gün mü sürdü? Bir hafta mı?

İlk çocuğun doğumu veya kucağa alınması? Arkadaşların evlenmeleri? En arzulanan seyahatin yapılması? Uzak bir ülkeden dönen erkek kardeşle kavuşma? Bu durumlar ne kadar sürdü? Saatler?, Günler?

İşte böyle böyle not defterimize her ânı, her neşeyi, yüzeysel olarak veya derinden hissettiğimiz her duyguyu not ederiz. Ve birisi öldüğünde, geleneğimiz odur ki, onun not defterini açar, keyif aldığı zamanların toplamını hesaplarız ki mezar taşının üzerine yazabilelim. Çünkü bu,  gerçek anlamda yaşanmış tek zamandır bizler için.


*Jorge Bucay'ın El Buscador hikayesinin tercümesidir.

5 Şubat 2022 Cumartesi

Serçelerin Yapabilecekleri




İlki, iki bin iki yılında olmak üzere genel yerel farketmeden tüm seçimlerde görev aldım şimdiye kadar. Otuz bir mart yerel seçimlerinde partimiz belediye başkanlığına aday göstermemiş olmasına rağmen oy güvenliğini sağlayabilmek adına Üsküdar'da aktif bir çalışma yürütmüştük. Parlamentoda sandalyesi olan her partinin yasal olarak sandık görevlisi atama hakkı var. Biz de hem bu hakkımızı kullanmak hem de toplam sayısı bin iki yüz olan oy sandıklarının güvenliğini sağlamak üzere var gücümüzle uğraşmaktayız. Arkadaşım Sf ve ben stratejimizi şöyle belirlemiştik, en yüksek sayıyı hedefleyelim altında kalsak bile iyi bir başarı elde etmiş oluruz. Bir gün telefonla ulaştığımız kişilerden iyi dönüşler alamadığımız için biraz moralsiz hissettiğim bir anda arkadaşımız Rn bana

-Sen biraz idealistsin, dimi? deyivermişti.

Seçimden sonra öğreneceğimiz üzere, bırak görev almayı, bir sürü insan oy vermeye bile gitmeyecekti.

*

René Robert

René Robert, Fransa'nın Paris şehrinde yaşıyordu. Aslen İsviçreli olan Robert, on iki yaşından beri fotoğraf çekiyordu ve hayatını bu işe adamıştı. Gelmiş geçmiş en ünlü portre fotoğrafçılarından biri olarak biliniyor. On sekiz Ocak akşamı bir restoranda güzel bir yemek yedikten sonra Turbigo sokağında yürüyüş yapmaya karar verdi. Aniden rahatsızlanıp yere düştüğünde saatler 21'i gösteriyordu. Paris'in en kalabalık caddelerinden olan Turbigo'da bir allahın kulu durup yerde yatan bu adamın nesi var diye merak etmedi. Saat sabahın 6'sını olduğunda ve evsiz bir adam onu bulduğunda vücudu hipotermiyle savaşıyordu. Hastaneye kaldırıldı ama yaşam savaşını kaybetti. 

*


Bin dokuz yüz doksan iki. Yaşım on iki. Özel televizyonlar yeni kurulmuş, ben de evimizin salonunda Kanal 6 izliyorum. Dinliyor muyum izliyor muyum bilmiyorum çünkü bir yığın müzik klibi yayınlanıyor sürekli. Ekranda kendisiyle yakın zamanda o ekran vasıtasıyla tanışmış olduğum asimetrik saçlı, iri dudaklı, inanılmaz alımlı, inci küpeli inci dişli bir kadın yaşamımın o anına kadar duyduğum en güzel şarkılardan birini vakur bir sakinlikle arada dudaklarını otuz üç der gibi hafif büzerek, söylüyor. Yıllar içinde o kadın ben dahil milyonlarca insanın hayatının ayrılmaz bir parçası olacak, yaptıkları, ürettikleri ve söyledikleriyle. O Minik Serçe'nin sesi dağlarda illegal yaşayanlara bile yetişecekti.

Takvimler iki bin iki otuz ağustos zafer bayramını gösterdiğinde, Efes Antik Tiyatro'da, Türkiye Şarkıları isimli bir konser verdi Minik Serçe. Ermenice, Rumca, Kürtçe ve Türkçe şarkılar, türküler hatta ilahiler söylendi o akşam. Bayram diye buna denirdi, dimi?

*

Sorarsan herkes dünyayı dolaşmak istiyor, dünya barışını, eşitliği, refahı, mutluluğu istiyor. Super kahraman filmleri halen en çok gişeyi yapıyor çünkü birileri dünyayı kurtaranları izleyerek dünyayı kurtarmanın hazzını yaşıyor. 

Halbüse adına toplamda hayat dediğimiz şey milyarlarca insanın (ve canlının) an be an yaptıkları seçimlerle ve aldıkları kararlarla şekilleniyor. 


sen kendi işinle ilgilen, fazla sesini çıkarma, rahatına bak, şimdilik öyle de geç  diyenlere,

otobüsün ön kısmından bir adım arkaya ilerlemeyecek kadar robotlaşmış zombilere

evinin içine her gün bir şişe çamaşır suyu harcayıp sokağa çöp atmakta beis görmeyenlere

nasıl olsa hiç bişey değişmez lafıyla konformistliklerini meşrulaştıranlara 

ırkçılık ve yabancı düşmanlığı yapıp kendine solcu derken yüzü kızarmayanlara 

inat

konser vermeye gittiği Elazığ'da baraj kenarında çöp toplayan Tarkanlar,

şafak vakti yerde uluorta uzanmış yaşlı bir adam için endişe ve şefkat hisseden evsizler

memleketin en milliyetçi bayramının akşamında çok dilli şarkılar söyleyen cesur sanatçılar,

tanımadıkları insanların faturalarını ödeyen büyük yürekli insanlar

askıya ekmek bırakan eller,

sandığa gidip ülkenin kaderini değiştiren tam yirmi binler,

ve cennete giremese hatta cehennemde yanacak olsa bile

sözünden geri durmayan ve tüm gücüyle hakikatin yanında duran 

yaşamı her anının hakkını vererek yaşayan

idealist serçeler var bu dünyada.

DSG

29 Ocak 2022 Cumartesi

Pandemiden önceki ilk çıkış

Dünyaya geldiğim kasaba deniz seviyesinden 1700 metre yüksekte. Ondan muhtemelen yükseği severim. Timsah dolu göllerin üzerinde zipline yapmışlığım, gökyüzü dalışıyla uçaktan kırk beş saniye serbest düşmüşlüğüm, rakımı iki bin iki yüzün üzerindeki kutsal Silbûs'umuzun zirvesine defalarca çıkmışlığım hatta Ağustos'ta orada kar yemişliğim vardır. Dedim ya yüksekler sever beni, dağlar özellikle, ben de onları.

O sebepten mütevellit, yaşadığım evler hep üst katlarda olsun istedim/isterim. Son on üç yılım dördüncü beşinci katlarda yaşayarak geçti. Şu an oturduğumuz dublex evin üst katında şahane bir teras var. Pandeminin ilk dönemlerinde Uludağ'ı bile gördük ordan mesela. 
Yağmur veya kar yağdıktan sonraki günün sabahında orayı temizlemek hem en güzel spor hem de en güzel terapi benim için. İşte yirmi üç ocak günü de yine hem ciğerlerime temiz hava doldurmak, hem karları temizlemek için kapıyı açıp gökyüzüne doğru kafamı çevirdiğimde gördüğüm manzara şuydu:

instagramcıların dikkatine: filtre yok

Yedi santigrat derece hava, güneş parlamakta, beyaz serseri bulutlar-gece onlar da kartopu oynamış belli- ve masmavi bir gökyüzü. Güzel iklimden anladığım bu zirâ, zıtlıkların dengesi: Yazın ılık yağmur, kışın aydınlık ayaz.
Üst katın banyosundan geniş ağızlı çekpas, yumuşak kıllı fırça, el süpürgesi ve plastik kürekten oluşan cephanelerimi alıp dışarı çıkıyorum yine. Çekpası elime alıp yüksekliği yirmi santimetreyi bulmuş olan kara vurduğumda ilk darbeyi hemen bir flaşbekle doksanlı yıllara ışınlanıyorum. Köydeki taş evimiz yapılmadan önce bizimkilerin yaşadıkları ve sonraları samanlık/odunluk/depo olarak kullanmaya başladıkları damın üzerinde kar kürüyen dedemin kürek darbeleri geliyor gözümün önüne. 
*
Hepimiz gibi beni de çocukken çok şey büyülerdi. Örneğin karpuz kabukları yiyen bir eşeğin ağzından çıkan katur kutur sesleri, rehberli bir meditasyonu gerçekleştirir gibi trans halinde dinlerdim. (Yorum kısmına yazıp benimle paylaşırsanız sevinirim, sizi etkilen, meraka düşüren, transa geçiren, hipnotize eden şeyler nelerdi?) Bu flaşbekin ise beni götürdüğü an bir ocak ayı muhtemelen. Babam ve dedem ellerinde birer kar küreği tutmuş vaziyetteler. Aralarında anlaşmışcasına üzeri en az altmış santimetre kar tutmuş damın farklı yerlerine dağılmış kar kürümekteler. Benim dikkatim tamamiyle dedemin üzerinde. Dedem küreğiyle devasa küp şekerler yapmakta muntazaman. Önce sağına sonra soluna sonra arka kısmına darbeler indirerek şekil verdiği bu küpleri en son altlarından küreğiyle kavrayarak damın uç kısmına taşıyıp aşağı fırlatmakta. Damdaki kar temizliği hiç bitmesin istemekte o an çocuklar. 

kişilerin mahremiyeti açısından yüzleri sakladım

O günün bi fotoğrafı şu an yok elimde ama kardeşim Hl'dan yukarıdaki resmi istiyorum bloga koymak üzere netekim bu da aklıma önceki hatıraları getirmekte, her baktığımda.

Bu hatıralardan birinde, yine köydeyiz bir sömestr tatilinde, Kn diye bir erkek çocukla kartopu oynuyoruz kapımızın önünde. Oyun kısa sürede bir savaş formatını alıyor ve her savaşta olduğu gibi iki tarafa ayrılıyoruz. Kn iyiler ve kötüler saflarını belli etsin istiyor. 'Sen' diyor 'polis ol, ben gerilla olayım' ve daha ben cevap vermeye zaman bulamamışken indiriyor bir kartopunu sol omzuma, parkamdan tok bir 'pat' sesi duyuluyor. O rol dağılımı bugün halen içime sinmemiştir benim ve her kış yeniden hatırlarım iyiler ve kötülerin savaşını.
                                                                               
 *

Yirmi dört ocak pazartesi günü akşam saatlerinde başlayan kar da haliyle yığınla hatırayı hatırlattı bana. Dershaneye gittiğim Eskişehir'in ayazını, üniversitede kaldığım yurdun arkasıdaki yokuştan poşetlerle kayışımızı. Bir seferinde donumuza kadar ıslanıp odaya döndükten sonra sütyenim hariç tüm elbiselerimi kalörifer peteğinin üzerine yerleştirirken farkında olmadan perdeleri aralamış bulunduğumu ve dışarıdan 'Oooooooooo' sesleriyle şok oluşumu ve oda arkadaşlarımın kahkahalarla ve yıllarca benimle dalga geçişini...


O pazartesi akşamı/gecesi bizim mahalle -sonradan istanbulun her mahallesinde aynı manzaranın yaşandığını öğrendim- büyüğüyle küçüğüyle sokağa dökülmüştü. 
İnsanlar özellikle bağırarak konuşuyordu sanki, 
bir eğlenip beş çığlık atıyordu çocuklar. 
Kolonya yoktu elinde kimsenin, maske yoktu yüzlerde.
Bu sokakta lira döviz karşısında erimemişti henüz, yıllık enflasyon da beklenenin altında kalmıştı.
Kimse kimseye mikrop gözüyle, mikrop bulaştırır diye bakmıyordu
Tanışmayan insanlar beyaz toplarla selamlaşıyordu o akşam
Başını eşarpla ya da bereyle kapatmıştı kadınlar farketmezdi
Yürek kapıları ardına kadar açık kalmıştı o gece saat bire kadar.
Ciddi bir baba var gücüyle oğlunu ittirmişti yokuş aşşağı varsın fazla ilerlememiş olsundu.
Bu sokaktan bir salgın geçmişti, haritalar kızarmıştı bir ara.
Ve sokağın turuncu lambasının altında usul usul yağan kar yeni bir başlangıcın haberini vermişti bize, 
sakin bir bilgelikle,
DSG

22 Ocak 2022 Cumartesi

Arka Plandaki Bisiklet

 



Öğrencim Kr, dünyaca ünlü bir gazetenin Orta Doğu temsilcisi ve İstanbul büro şefi. Yamulmuyorsam üç yıldır benden ders alıyor. Çok nazik, hoş ve hoşsohbet bir insandır. Pandemiden önce The Marmara Taksim Otelinin giriş katındaki Kitchenette'te yapardık derslerimizi. Genelde son dakikada yetişir, kahvesini söyler, ders sırasında ayılır, bitiminde de kahvaltısını ederdi. Yani ben hem onu ayıltmış hem ona öğretmiş olurdum. 🙃Şu günlerde artık yüz yüze görüş(e)mesek de düzenimiz aynen anlattığım gibi devam ediyor. İşte bu ayıltma-öğretme pratiğinden mütevellit ikili dinamiğimizde enerji veren taraf genellikle ben oluyorum. Bu Çarşamba günü hariç. Niyesi aşağıda:

*

On gün süren covid karantinası, peşinden gelen long covid semptomları, zaten hiç hazzetmediğim kış mevsimi, uzun süreden beri seyahat edememiş olmak, çok severek yapmama rağmen çalışma rutininin fredinin kâbusu tadı vermeye başlaması bir de salı günü dudaklarımda bir değil tam üç tane uçuk çıkması  benim gibi iflah olmaz bir Pollyannanın bile enerji ve sabır stoklarını tüketmişti. 

*

Eskiden, görüştüğüm her insandan bir ilham alırdım. Örneğin kuzenim Y bir kukla atölyesine yazılmıştı bir ara, Edgar Ellen Poe'nun, Frida'nın filan kuklalarını yapıyordu o dönemde. Demek değildi ki ben de gidip o kursa yazılacağım ama onun heyecan ve coşkusu bana da ister istemez bulaşıyordu, bulaşmıştı. 

Bir dönem birlikte çalıştığım yaşam koçum Dn, ingilterede mastır yapmaya karar verdiğinde de aynı şey oldu. Akademinin, yüz yıl daha yaşasam kapısından bile geçmeyi istemememe rağmen, onun bu karârı, beni enterese eden meselelerde daha cesur adımlar atmam konusunda bana ilham olmuştu. Yaa, demek istediğim, her insanın kendini gerçekleştirme ya da özlediği yaşama yaklaşma sürecinde attığı adımlar bana da her zaman  iyi gelirdi, son dönemlere kadar.

Son zamanlarda insanlar sadece izledikleri filmlerden bahsediyorlar, gibime geliyor. Tabi pandeminin etkisi inkâr edilemez, çok uzun bir zaman dilimini evlerine kapanarak geçirmek zorunda kalanlar olarak haz kaynaklarımız haliyle sınırlandı. Çoğu insan için bir şeyler izlemekten ibaret hale geldi 'bir şeyler yapmak'. 

Belki işi online dizi platformlarının doğuşuna kadar götürebiliriz, yani bu 'bir şeyler izlemeyi' bir şeyler yapmaya eş tutma hali epey bir zamandır var.  Ama şu soruyu sormak zorundayım: sürekli film izlemek insanı pasifize eden bişey değil mi ya? Kimseyi incitmek istemem ama çoğunlukla yorucu geliyor film muhabbetleri bana, bazen de boğucu.

Okudukları ilginç ya da sıkıcı bir kitaptan, bir makaleden, bir yazıdan bir bilgiden bahsetsin diye hasretle bekliyorum insanlar, ya da bir gönüllü çalışmanın içerisinde yer almış olsunlar, politik bir girişimde bulunsunlar ya da ekonomik bir maceraya atılsınlar, bir kursa yazılsınlar, bir üretim yapsınlar, bir dil öğrensinler, bir şeyler öğretsinler, farklı bir yemek yapsınlar, vs.

*


Pollyanna, film izlemekten başka bişey yapmıyormuş gibi görünen insanlar ve Çarşamba günkü istisnanın ne alakası var peki? İşte tüm o bunaltıcı faktörlerin üzerine eş dost ve arkadaşlardan biraz enerji borçlanabilir miyim, geçici bir süre de olsa enerji veren değil de alan olsam ne güzel olur diye bakınınca etrafa gördüğüm manzara: binge watching.

Çarşamba sabahı da yine böyle hissetmeye devam ederek uyandık J ile saat beş kırk beşte(uyanma kısmı beraber, hissetme kısmı bana ait). O servise bindikten sonra dayanamayıp geri uyudum. Saat sekizde dersim vardı ama yediyi elli geçe telefonun alarmı çaldığında hâlen sonsuza dek uyuma arzusu ve ihtiyacı yerli yerinde duruyordu. Kr'e mesaj attım:

-5, 10 veya 15 dakika geç başlayabilir miyiz? 

-15 nasıl? 

-Süper!

Bizim, normalde uyuşuk, iki dakika önce uyanmış gibi görünen dolayısıyla bırak duş almayı dersten önce saçını taramaya zamanı olmayan Kr, belli ki çok erken uyanmıştı bu sefer, duşunu almış, sakal traşını olmuş yüzünde kocaman bir gülümsemeyle Skype ekranında belirivermişti. Galata'da oturan Kr'nin çalışma odası boğaza bakıyor, odanın cumbaya benzer çıkıntısında da bisikleti park halinde her seferinde.  Daha önce onlarca kez gördüğüm halde o altmış dakika boyunca ara ara baktım durdum bu kez bisikletine

gidecek yerleri var gibi duruyordu bisikletin, 

ve planları.

daha görmek istediği çok yer, 

kat etmeyi arzuladığı çok yol

kornasıyla selamlamak istediği çok çocuk,

ziliyle uyarmak istediği çok kedi,

kana kana içeceği çok suyu, 

acıkınca kocaman bir ısırık alacağı çok elması,

değiştireceği çok tekeri, onaracağı çok zinciri

atacağı çok teri, vereceği çok molası

ve daha harcayacağı çok enerjisi var(dı) bisikletin

2022'de de.

DSG

16 Ocak 2022 Pazar

Bir panzehir olarak Uber

Yaşadığımız mahallenin çarşısı yok maalesef. Çarşılık işlerimizi, adına Emaar denen bir AVM'den hallediyoruz genellikle. Cuma günü de bir emaneti teslim etme vesilesiyle, Londra'da yaşayıp şu günlerde İstanbul'da tatilinin son günlerini geçiren kuzenim E ile bahsettiğim AVM'de buluştuk. Onun karnı açtı, Big Chefs'te oturalım bari dedik,  'kendime bir kadeh kırmızı şarap içerim' diye düşünüyordum ben de. Oturduk oturmasına ama benim saat dört gibi uber çağırmam lazımdı eşimin annesine. 

Kayınvalide hele hele kaynana kelimesi bana fersah fersah uzak geliyor, kendisinden Li diye bahsedelim. Biyolojik yaşı seksen dört Li'nin, ruh yaşı otuz beş. Hem aklı başında hem çılgın, hem oturaklı hem şımarık, yerine göre komik yerine göre ağır, savurgan ama yaşamayı bilen, keyfine düşkün ama tüm yaşamını bir kaç işte birden çalışarak geçirmiş, üç çocuk annesi ve hâlâ inanılmaz güzel olan muhteşem bir kadın, Li. Bu özgür, asi ve bağımsız kadın yaşlılık günlerinde çok zorlanıyor doğal olarak. Gözleri iyi görmediği için araba kullanamıyor artık, zaman zaman dengesini kaybedebildiği için çok fazla yürüme şansı da yok eskisi gibi dolayısıyla saçını boyatacaksa veya doktor randevusuna gidecekse birilerinden yardım istemesi gerekiyor ama kendini o kişilere yük oluyormuş gibi hissediyor.

Dedim ki bi gün ''Ya ben sana uber çağırayım işte, kimseye minnet etme!''. İşte olur mu olmaz mı, nasıl yapılıyor bilmiyorum ki, ödeme nasıl yapılacak, tanımadığım birinin arabasına nasıl binecem, vs vs. Değişimin bizi korkuttuğu her durumda zihnimizin üzerimize saldığı korku canavarları. Bir şekilde ikna oldu ya da ettim, diyelim.

İşte restoranda kuzenimle buluşalı daha 5 dakika olmuşken, elime telefonu alıp eşimin, Florida'nın Lakeland şehrinde yaşayan annesine uber aramaya başladım :) Bir yandan da doktor randevusuna geç kalmasın telaşındayım, hemen araç bulup bulamayacağımızdan da emin değilim. Çağrıya cevap geliyor, bakıyorum Daylin adında bir kadın şöför, puanı da dört nokta dokuz.

Hemen 'ben kayınvalidem adına çağırıyorum sizi, gözleri çok iyi görmüyor, bazen de dengesini yitiriyor, yardımcı olursanız sevinirim' diye bi mesaj yazıyorum, ingilizce tabi. Karşıdan şöyle bir yanıt geliyor:


''İspanyolca biliyor musun'' :)))

Bu sefer her şeyi baştan ve bu sefer ispanyolca anlatıyorum. Cevap şöyle oluyor:
''Evet, tabi ki yardım ederim ona''
''Sadece şöyle bişey var, ben hamileyim, güç kullanamam'' :)))

Bir kaç dakika sonra da telefon ediyor, ben geldim kapıdayım diye. Dur bi dakka, arayayım kapıya çıksın, diyorum. Yok yok bi saniye bi saniye kapı açılıyor galiba geliyor, ha geldi geldi tamam, diyor. Kapatıyoruz telefonu.

İstanbul'dan Florida'ya kaynanaya uber çağırıp sadece ispanyolca bilen hamile bir kadın şöföre denk gelme hikayemiz daha da hoş bir hal alamaz diye düşünürken ben bir telefon daha geliyor Daylin'den.

''Geldi geldi, arabaya da bindi, şimdi hareket ediyoruz. Merak etmeyesin diye aradım, ben de bi anneyim, sonuçta'' diyor.

O esnada içimde olmadığını sandığım tel örgülü sınırlar kalkıyor, mavi beyaz buzullar eriyor, bana rağmen dip bucak köşelerde direnen bir inanan minnet duyuyor duyduğu minnetin adresini bilmeden.

Bir insanla onun ana dilinde iletişim kurabilmek ne güzel! 
Biz Kürtler olarak bu duygudan mahrumuz. Bizimle bin yıldır kardeş olduklarını iddia eden Türkler, o da sadece taklidimizi yaparken 'hara vara' diyorlar, ne anlama geldiğini bilmeden. Bense dayatılan tüm bu tekliğe, tek düzeliğe, renksizliğe ve tahammülsüzlüğe inat, bir yemin veriyorum kendime

Son nefesimi verdiğim güne kadar devam edeceğim dil öğrenmeye
İnsanlara anadillerinde 'silav, hi, merhaba, hola, şalom' demeye
Direnmeye ve özlediğimiz yaşamı inşa etmeye
DSG

8 Ocak 2022 Cumartesi

COVID’İN 5 GÜNÜ

 


Pandeminin başından beri yalnızca ve yalnızca halk sağlığını önceleyen bilim insanları, doktorlar ve kamu yararını önceleyen gazeteciler tarafından yazılmış yazıları okuyan, haberleri dinleyen birinin ağzından Covid güncesi.


Aşağıdaki yazıyı covid testim pozitif çıktıktan sonra insanlarda gözlemlediğim kaygıyla karışık bir tür merakı kısmen de olsa giderebilmek amacıyla hastalığın 5. gününde yazıyorum. Bugün itibariyle kendimi ‘hasta’ hissetmiyorum ama virüsün varlığını hissetmeye devam ediyorum. Görüyorum ki covid, filmlerdeki kötü karakterler gibi, hem tiksinç hem de garip bir şekilde gizemli ve çekici.


3 Ocak Pazartesi günü, gündüz sularında burnum akmaya başladı, boğazımda da hafif bir gerilme/kaşıntı hissi başladı, bir de her zamankinden daha fazla üşüdüğümü hissettim aniden. Önceki gece pek iyi uyuyamamıştım o yüzden biraz şekerleme yapmaya karar verdim. Umduğumun aksine uyandığımda boğazımdaki rahatsızlık hissi ve burundan gelen akıntı şeklindeki belirtiler yerli yerinde duruyordu. Kuzenimin yurtdışından getirdiği antijen testlerinden birini yapmaya karar verdim. Talimattaki gibi boğaz ve burundan sürüntü alıp, paketteki sıvıyla karıştırdım, daha sonra testin ilgili yerine damlattım. İstanbul’da yağmur yere değer değmez trafik nasıl başlıyorsa, damla test kitine değer değmez renk değişimi başladı 🙃 ve bir kaç saniye içinde çift çizgiyi yani pozitif sonucu gördüm. Montumu giydim, çift maskemi taktım, taksiye atladım, taksinin camını indirdim ve en yakın hastaneye gidip PCR testimi yaptırdım. Eşime ve bir gün önce görüştüğüm kız kardeşime de haber verdim, onlar da hemen test yaptırmaya gittiler.


Eşimin testi negatif, benim ve kardeşimin testleri pozitif geldi. Eşimle odalarımızı ayırdık (biz şanslı bir azınlıktanız, bunu yapmaya müsait bir evimiz var) Daha sonra yakın zamanda görüştüğüm bir arkadaşım daha pozitif çıktı.



Hemen apartman yöneticimize haber verdim, kapımıza ve asansöre dairede vaka olduğuna dair bilgi yazısı asarak insanları kendilerini korumaları yönünde uyardık. (Tanıdığım herkese durumu bildirdim, şimdi düşününce) HES uygulamasını indirip konum ayarını açtım ki evden ayrılmadığım belli olsun, bir yandanda filyasyon ekipleri ve onların ilaçlarıyla hiç muhatap olmamayı umuyordum. 


Başta şunu söylemem lazım, iki doz BioNtech aşısı yaptırmış, 19 Aralık’ta da BioNtech hatırlatma dozunu olmuştum. Okuduklarımdan, hatırlatma dozunu olduktan iki hafta sonra antikor seviyesinin en yüksek seviyeye çıktığını biliyordum dolayısıyla testim pozitif çıktığı gün antikor seviyemin en yüksek seviyede olduğunu ve hastalığı hafif atlatacağımı biliyordum. Akıl ve sağduyu en iyi rehberdir bence.


Öncelikle bu hastalık tamamen kişiye özel seyrediyor. Kız kardeşimde kesinlikle herhangi bir belirti çıkmadı. Arkadaşımda ve bende ilk gün karın/bağırsak bölgesine sancılar vardı, her ikimizde de ilk gece terleme/titremeler oldu, ikimizde de boğaz kaşıntısı vardı. Arkadaşım tat alma duyusunu kısmen yitirdi, benim tat-koku duyularım ve iştahımda bir değişiklik olmadı. 

Şunu belirtmekte de fayda var hastalık kişiden kişiye değiştiği gibi, aynı kişideki seyri de neredeyse saati saatine değişiyor. Şahsen bende, arada uyku hali, ara sıra burun akıntısı, ara sıra nefeste zorlanma, ara sıra balgam çıkarma ihtiyacı vb oldu. Bir de kalbim normalde olduğundan daha hızlı atıyordu, bu da vücudun virüsle savaştığının kanıtı okuduğum kadarıyla.


Bende ciğerlerde kısmi de olsa bir tutulum olduğu belli olduğundan gün içinde dik oturup hafif öne eğilerek çalışmaya çalıştım, akşam üstü yüzüstü ve aşağı eğimli bir şekilde uzanmaya çalışarak akciğerlerimin arka taraflarındaki tutulumu rahatlatmaya ve oralara oksijen girmesini sağlamaya çalıştım. Bulunduğum odaya sürekli (gece dahil) temiz hava girdiğinden emin oldum, oksijen seviyemin düşmesini engellemek için youtube’dan en sevdiğim türküleri açıp yüksek sesle eşlik ettim. Türküler bin yıllardır olduğu gibi covid günlerinde de iyileştiriyor insanı, mükemmel nefes egzersizi ve psikolojik terapi, özellikle şu türkü muhteşem nefes alıştırması(her satırı tek nefeste söylemeye çalışın)≥ Cengiz Özkan: Munzur Dağı Silelenmiş≥ https://youtu.be/9uxxS01D9n8

İmkanı olanlara, evlerine parmak tipi oksijen ölçer almalarını tavsiye ederim. Bende şu an yok ama satın alacağım.


Uzun süreden beri evimizde bolca Parol ve antivirüs pastil bulunduruyoruz. Ben şahsen günde bir defa parol aldım, sabah öğlen ve gece yatmadan önce birer antivirüs pastil kullandım. Arkadaşımın hatırlatmasıyla (okuduklarımdan covid hastalarında kanda pıhtılaşma eğilimi oluştuğunu biliyordum) günde bir tane de coraspirin almaya başladım.


Normalde su içmeyi sevmeyen biri olmama rağmen, günde iki litre su içtim. Vücuda yeterli sıvı almak her tür solunum yolu hastalığını yenmede olduğu gibi covidi yenmede de çok önemli bir faktör. Onun dışında pandemiden önce grip olduğumuzda ne yiyip içiyorsak onları da yapmaya devam ettim. 

Ama şunu söylemek lazım, burada oyun değiştirici olan AŞI! Eğer aşınız yoksa istediğiniz kadar baharat kaynatıp suyunu için, hikâye.


Bu süreçte evden çalışmaya da devam ettim. Gece sekiz saat, gündüzleri de öğleden sonra ikişer saat olmak üzere her gün toplam on saat uyudum. Bunu bir reçeteyi uygulamak için değil, vücudumun ihtiyacı bu olduğu için yaptım. Dediğim gibi, her kişi kendi vücuduna pür dikkat kesilmeli, o ihtiyaca göre hareket etmeli.


Yukarıda anlattıklarımı, neredeyse üç yıldır maske-mesafe-hijyen kurallarına uyuyorum, üç doz aşımı da oldum elimden geleni yaptım, daha napiim, diye düşünüp bir yandan da , sıra artık bana da geldi gibi görünüyor, peki ya covid olursam ne b.k yerim diye endişe ve merak içinde olanlara bir nebze de olsa faydalı olabilir düşüncesiyle paylaşmaya karar verdim. Fakat ulaşmak istediğim kişiler bizim apartmanda oturan ve oruç tuttuğu için hastalığın ona bişey yapmayacağını düşünen amca ve ispanyolca sınıfından tanıdığım kişi gibi Türk genine hastalığın işlemeyeceğini iddia eden kısmi zihinsel özürlüler değil, durumu fazlasıyla ciddiye alan ve anksiyeteye varacak ölçüde kaygı içerisinde olan, kendi yaşamlarıyla birlikte  etrafları ve tanımadıkları insanların yaşamları için de  sorumluluk hisseden güzel ve endişeli insanlar.


Bu yazının herhangi bir tıbbi iddiası yoktur ve sıradan bir vatandaşın gözünden yazılmıştır. Dünya Sağlık Örgütü ve TTB gibi saygın kurumların açıklamaları esas alınmalıdır.


Hoşça, sağlıkla ve mantıkla kalın,

DSG

24 Eylül 2018 Pazartesi

Hayatımızın Yönü

Tam sayıları ve güzel havaları severim.
Takvimleri de severim.
Tam sayılı günlere denk gelen güzel havalarda dışarı çıkmaya hele bayılırım.

15 Eylül, Cumartesi
Evden çıkıyoruz J ile, istikametimiz; Dolmabahçe, Maçka, Nişantaşı ve Harbiye'nin buluştuğu yer; Maçka (Demokrasi) Parkı. 
Beşiktaş'ta motordan inip yayan olup Akaretler yokuşundan yukarı tırmanıyoruz. Güneş iğne gibi batıyor yüzüme, susamışım ama nasıl. Nihayet ağaçları gördüğümüzde rahatlıyorum ve sığınıyoruz bulduğumuz gölgeye. Vücutlarımız stres yüklü sıcaktan halen, ama serinlik ve aşağı eğim sakinleştirmeye başlıyor bizi. 
Çok geçmeden lise çağlarında bir grup genç çarpıyor gözümüze, hepsi ayakta. Neredeyse tamamı siyah renkli olan sırt çantaları çimlerin üzerine rastgele atılı, her bir çantanın yanında koyu kahve boş bira şişeleri veyahut ortasından ezilmiş teneke bira kutuları. Grubun önceki bir kaç saat boyunca tam olarak nasıl oturduklarını getirebiliyorum net bir şekilde, gözümün önüne. Siyah svetşörtlü iki genç erkek, kafası güzel olan arkadaşlarının koltuk altlarından  kavramış tutmaya çalışıyorlar ayakta.

Beş altı metre ilerde, yaşları, giyim kuşamları, saç stilleri, yüz ifadeleri bir öncekiyle aynı bir grup daha görüyoruz. Onların da hepsi ayakta. Bu sefer hiç bira şişesi yok yerde ya da kutusu. Bunlar otururken başka birşey içmiş belli, burda da var kafası güzel biri, o da sallanıyor ileri geri, onu da zor tutuyor ayakta arkedeşleri. Bu kalabalığın kuyruk kısmında, yani onların yanından geçip gitmemize ramak kala, hepsi kısa boylu, birisi erkek ikisi kız çekingen kırsal bakışlarla etrafı kesiyorlar. Tüm bu büyük kitlenin utanan yegane üyeleri bunlar.

İçimde bir tiksinme ve üzülme hissi, devam ediyoruz yürümeye.
Parkın baya baya içindeyiz artık, dikdörtgen prizma biçimindeki belediye tuvaletlerini geçer geçmez soldan bir gürültü kopuyor, Küçük Çiftlik Park'ta bir festival var, sunucu Çağla Şikel'in birazdan sahneye çıkacağı haberiyle kitleyi coşturmaya çalışıyor.  Konser alanının hemen ilerisindeki  Beşiktaş stadında maç başlayacak akşam üstü.

Tek düşünebildiğim susuzluktan ölüyor olduğum, musluğu kapanmayan çeşmede kollarımı boynumu ıslatıyorum. Parkın Nişantaşı girişine dek yürüyoruz. Köfteci teyze ortasına kocaman bir buz kütlesi koyduğu plastik mavi leğende itimat marka ayran, kutu fanta kutu cola ve su satıyor.  Hiç biri soğuk olmayan bu içeceklerden soğukluk hissini psikolojik olarak en fazla verenleri seçiyor ve beş buçuk lira veriyoruz. Köfteci teyzenin hemen yanında Çiftlikbank'ın kurucusu Mehmet Aydın'a, nam-ı diğer tosuna benzeyen genç bir adam sofra bezi satıyor. Biri on biri on beş diyor fiyat sorunca biz. Ne farkı var demeye kalmadan, on beşe olanı havaya fırlatıyor iki ucundan sıkıca tutarak. Alacalı renkleri ile kocaman bir örtü seriliyor ayaklarımıza doğru. On lira veriyoruz diğerini alıyoruz.

Bi ağacın altına oturalım diyor J. Hafif eğimli bir zeminde, güzel bir ağacın dibinde oturuyoruz. Her ne kadar göremesek de karşımızda boğaz var, biliyoruz.

KUZEY batımızda kırk beş yaşlarında, Zeki Demirkubuz'un tıpkısı bir adam, haki pantolonu ve sarı saçlarıyla otuz beşten fazla olmadığı belli eşi ve kamuflaj kıyafetini beyaz mama önlüğü ile kombinlemiş, güneş ışığı rengi saçları, ikisi alt ikisi üstte henüz toplam dört dişiyle en fazla altı yedi aylık bebekleri... Çift birleriyle hiç konuşmuyor. Aralarındaki tek etkileşim bir ara bebeğin altını değiştirirken anne, babanın ona ıslak mendil uzatması. 
Sürekli telefondalar. Birbiriyle hiç konuşmayan bu ailenin, dünya macerası henüz bir kaç önce başlamış güler yüzlü bebeği, parktaki tüm hayvanlar ve insanlarla sessiz bir diyalog içinde. 
Benimle de. Bebek, on gün sonra blogumda ondan bahsedeceğimi biliyor.

BATImızda biri (tahminimce) nijerya biri asya biri ingiltere biri türkiyeli dört kişi kahkaha atıyor sık sık, o biçim kuullar ve farkındalar kuulluklarının. Bu tip insanlar hep ürkütmüştür beni. Ürkmem dünya üzerinde bilmediğim tek dili, 'kibirce'yi konuşuyor olmalarından.

GÜNEY batımızda yakın bir zamanda aile olacakları belli üç kişi çekirdek çitliyor süratle. Kırmızı yazmasını çıkarsak kadının, gözüne bir gözlük taksak, yüksek belli koyu mavi bir kot ve belin hemen bitim hizasında beyaz bir tişört giydirsek, koyu kahve bir ruj sürüp dudaklarına saçlarını sarıya boyasak ve düzleştirsek akabinde aynı tıpkısı olacak hemen yanında oturan kızının. Kızın sevgilisi olduğu belli genç çocukta gereksiz ve çıkarcı bir mahcubiyet. 'Şu teleferiğe atlayıp parkın üzerinden geçiverin Beyoğlu evlendirme dairesine, şahidiniz de hazır madem' diyesim geliyor, demiyorum. Üç dakika sonra üçü de sağ eliyle ağızlarına çekirdek taşırken, sol elinin baş parmaklarıya telefon ekranlarını aşağı kaydırmaya başlıyorlar.


DOĞUya dönüyorum yüzümü ve tüm bu eş zamanlı görüntülerin benim zihin dünyamdan süzülüş biçimini idrak etme fırsatı buluyorum. Bir blog yazısı yazmaya karar veriyorum ama, acaba fotoğraf çeksem mi diye düşünüyorum hani detayları unutmasam. O an teknolojisiz bir dünyada insanlar gözlemlerini nasıl hafızalarına kaydediyorlardı acaba diye düşünüp vazgeçiyorum, telefona uzanmıyorum bile. O ana kadar olan tüm şeyleri kafamda tüm detaylarıyla canlandırıyorum gözlerimi kapatarak.

Sonra tam önümüzde kırmızı beyaz kareli bir örtünün üzerinde gece yıldızları izlemek için nasıl uzanırsa insan öyle uzanıp ters V şeklinde kafalarını tokuşturarak sohbet eden iki genç kadına bakıyorum uzun uzun. Olan bitenden haberdar değil ikisi de. Hap içmiş liseli gençleri, köfteci teyzeyi, sofra bezlerini havaya savurarak sergileyen tosunu, asker kıyafetine inat herkese gülücük saçan sarışın bebeği bilmiyorlar. Candan ve sözlerini üst üste bindirerek konuşuyor, birbirlerini ve kameradaki görüntülerini çok seviyorlar, arada  biraz daha gülmek için selfie çekiyorlar. 


Yaşamlarımız tüm çıplaklığıyla, diye düşünüyorum kaydediliyor bir yerlerde ve bırakmaya çalıştığımız intibalar boş, gerçeği bilen birileri var her zaman etrafta.
yerin kulağı,
havanın teni,
göğün gözü,
ve gözlerimizin elleri var.
Karanlıktayken bile, tarihin o mutlak ve tam sayılı sayfasına yazılı güzel günü olabildiğince olduğu gibi yazmayı isteyen, elleri var gözlerimizin.
her yerde,