29 Eylül 2014 Pazartesi

'Okullar Yaratıcılığı Öldürüyor'

Aşağıdaki yazıyı, yine aşağıdaki yirmi dakikalık olağanüstü güzel ve önemli konuşmadan alıntıladım.
Bana göre bütün çocuklar inanılmaz yeteneklere sahiptir ve bizler onları harcıyoruz, hem de acımasızca! Geçenlerde harika bir hikaye duydum. Normalde resim derslerinde öğretmene ya da anlatılana ilgi göstermeyen altı yaşında bir kız çocuğu, bir gün tüm dikkatini önündeki resme vermiş. Öğretmeni çok şaşırmış, kıza doğru yaklaşmış. "Ne çiziyorsun?" demiş. "Tanrı'nın resmini çiziyorum" diye cevap vermiş kız da. "Ama kimse Tanrı'nın nasıl göründüğünü bilmiyor ki!" "Problem değil, bir dakika içinde öğrenecekler!"

Çocuklar yanlış yapmaktan korkmuyorlar.
Eğer yanlış yapmaya hazırlıklı değilseniz hiç bir zaman orjinal bir şey bulamazsınız. Çoğu çocuk yetişkin olduğunda bu kapasitesini yitiriyor. Yanlış yapmaktan korkar hale geliyor. Picasso, "Tüm çocuklar sanatçı olarak doğarlar" demiş. Problem büyüdüğümüzde de sanatçı olarak kalabilmekte.
Şu anki eğitim sistemimiz, akademik yetenekler göz önünde bulundurularak dizayn edilmiştir. Ve bunun böyle olmasının bir sebebi vardır. Bütün sistem, 19. yy'dan önce, dünya çapında, ortalıkta herhangi bir eğitim sistemi yokken ortaya çıktı. Ve dahası endüstrileşmenin ihtiyacını karşılamak üzerine oluşturuldu. Bu yüzden dersler arası hiyerarşinin temelinde iki şey var:
1. İş sahası için en faydalı konular en tepede yer alacak (matematik, fen vs). Hatta bu yüzden büyük ihtimalle siz de okuldayken, eğer böyle devam ederseniz bir işe sahip olamayacağınız söylenerek hoşlandığınız şeylerden uzaklaştırıldınız. Öyle değil mi? 'Müzikle uğraşma, müzisyen olmayacaksın; resim yapma, ressam olmayacaksin.'
Fakat şimdi görüyoruz ki bu, büyük bir yanılgı. Bütün dünya köklü bir değişim girdabına girdi.
2. Zeka algımızı domine eden: akademik yetenek. Çünkü, sistemi üniversiteler dizayn etti. Eğer tüm dünyadaki eğitim sistemlerini düşünürseniz, eğitim, öğrencileri üniversiteye hazırlayan bir süreçten öte bir anlam taşımamaktadır.
Ve sonuç olarak bir çok yetenekli, zeki, yaratıcı insan, aslında öyle olmadıklarını düşünüyor. Çünkü okulda, iyi oldukları şeylere değer verilmiyor ya da daha fenası küçümseniyor.
Ken Robinson





Haftanın raporu:
  • kariyer.net hesabımı sildim
  • bundan sonra t-shirt ütülememeye karar verdim
  • garanti bankasında kayıtlı, üç yıl önceki iş adresimi sildirdim
  • ilk defa best of abba dinledim, süper!
  • yabancı dil okullarını listeledim, sesli cv oluşturup, hepsine mail attım (henüz arayan yok :)
  • kadıköy aziz berker kütüphanesine üye oldum. Kimlik fotokopisi yeterli. Resmen bir cep kütüphanesi!!!
  • uzun zamandan beri ilk kez haydarpaşa garını gezdim, hasret giderdim
  • tırmanış merkezi (merkez dediysem kıç kadar bir yerdi :) gezdim
  • arkadaşım Iş, bana ücretsiz bir laptop ayarladı!
  • uzun zamandan beri ilk kez şalvar giydim
  • eşimin evlilik teklif ederken verdiği yüzüğü taktım
    ilk defa

26 Eylül 2014 Cuma

Yarım Kalmış Geçmişi Tamamlamak

         Kariyer sitelerinin 'özgeçmişime uygun' ilanlarını silmekten bıktım demiştim ya istifa dilekçesinde. Elim değmişken o üyelikleri de temizleyeyim istedim. Zamanında ne ümit ve emeklerle hazırladığım sayfayı kapatmak için kariyer.net sitesine girdim, üye girişi yaptım. 'Size uygun ilanlar' listesine çarptı gözüm. Koç Universitesinde yurt görevlisi olmayı uygun görmüşler bana. Nasılım ama, beynim döndü. O an içimi bir alev kapladı sanki. Ya sen İngilizce mühendislik oku, on yıl tecrübe edin sonra websitesinin biri sana 'yurt görevlisi ol' desin!! 

bahariye gratiste satış danışmanı olacakmışım!

Hemen telefona sarıldım, üyelik iptali için siteyi araştırmaya bile sabrım yok, aradım, 9da geliyorlarmış işe, baktım saat 08:33. Daha önce iptal talebi için bir kaç defa email yazmıştım, posta kutusunu kontrol edeyim dedim, hakkaten cevap yazılmış. Bir link göndermişler, buna tıklayın silinir hesabınız gibisinden. Ne garip ya bazen çözüm önünüzde hazır duruyor ve siz bakma zahmetine bile girmiyorsunuz! Neyse tıkladım linke. "Hesabını silmek istediğine emin misin" diye soruyor... Ya sabır!



Büyük bir aşk ve istekle 'Evet' dedim. Nikah masasındaki 'Evet' duygumu anımsadım. Hastalıkta ve sağlıkta, iyi günde ve kötü günde, yoksullukta ve bollukta, ölüm son nefesimi alıncaya kadar   bu websitesini görmek-duymak-kullanmamaya 'Evet'!!

      Hasıl-ı kelam, hesabımı başarıyla sildim. Ama beynimdeki alevler sönmeyince buzdolabına sataştım. İçine değil dışına. Magnetlerle iliştirilmiş bi dolu banka mektubunu elime aldım. Garanti'den gelenin adres kısmına baktım Topselvi Mahallesi Kubilay Caddesi No 75 Kartal. O işyerinden ayrılalı olmuş üç yıl! Tabi aynı gün gidip şubeden sildirdim bu adresi. Ama bu iki olay beni bayağı düşündürdü.


Hayatımda, bittiğini sandığım ama hayaleti ortalarda dolaşan başka şeyler var mıydı? 

         Üniversiteden beri en yakın arkadaşlarımdan biri olan Dr ile (on yılın sonunda) politik bir tartışma sonunda birbirimizi kırdık.  Bir daha da onaramadık. Ama görüşmediğim konuşmadığım halde halen uzaktan uzağa bir gerilim hissederim. Dr her şeyi çok bilenlerdendi. Hatta en iyi bildiğini sananlardan. Anne babası ve iki kardeşi de ona ilah muamelesi yapınca bu 'sanı'sı pekişmiş oluyordu herhalde. Dolayısıyla eleştiri ya da itiraz kabul etmiyordu, duymazdan geliyordu, bir şekilde istediği şeyin harfi harfine istediği biçimde gerçekleşmesini sağlıyordu (gerçi bu, tipik bir kadın özelliğidir ama bu artık şahikası) Ben de, bir itirazda bulunsam dostluğumuz incinecek diye genelde onunla tartışmamaya çalışırdım. Onu aşırı seviyordum ve kaybetmek istemiyordum. Hayatımda, kardeşim Z'den sonra birlikte en çok güldüğüm insandı. Mezun olup eve döndükten sonra, eşi Er (doktor) İstanbul'a atansın diye kaç kez dua ettim bilmiyorum. Nihayet buraya geldiler. (Allah durup dururken dualarımı kabul etmezdi o zamanlar, bunda kesin bir iş vardı!) 
       Bir gün İzmit tarafinda bir yere gittik haftasonu için, gece kalmalı gezi. Çok sevdiğim başka bir arkadaşımın tesisine. Nefis bi yer, zifiri orman, dere çağıldıyor, bungalov evler var, ister trekking yap ister atv ister at bin... Ama beklentiler hayal kırıklığı yaratır ya, biz gittiğimizde de öyle odu. Hijyen boyutu iyi değildi (Türkiye'de nerde hijyen var gerçi). Dr devamlı söylendi, yahu bişeyi de beğen be arkadaş, vır vır vır.  Gece, yastık kılıfının üzerinde bir saç teli de bulunca artık zaten iyice dellendi. Ben susuyorum ama bu susuş lav biriktiren yanardağ susuşu. Eve dönerken bir siyasi tartışma başladı. Er direksiyonda, Dr yan koltukta, ben arkada. Konuyu anlatmayayım ama şey diyorlar 'ne var canım onlar da ikili oynasınlar, gerçek yüzlerini saklasınlar' Tabii hayata hep ilkeler üzerinden bakan biri olarak benim bunu kabul etmem mümkün değil. Dürüstlük konjonktürel olur mu Allahını seversen?? Yani işine geldiği zamanlarda.
           Zaten doluyum. Patladım. On yıldan sonra ilk defa patladım. Sesimi de bayağı yükselttim. Ve, o an için hakettikleri ama genel olarak haketmedikleri bir kelime kullandım. Sonra da hiç bir şey eskisi gibi olmadı. Artık görüşmüyoruz. Ama dediğim gibi sanki hayaleti etrafımda dolaşıyor. Bu yarım kalmış geçmişimden sadece bir örnek, açık konuşmam gerekirse. Bir filmin sonu anlaşılmayınca rahatsız olur ya insan, bir tür 'kapatma, tamamlama' ihtiyacı hisseder çünkü. Ya da ne bileyim belki de o yüzden insan sevmediği bir kitabı bile bitirmek ister.
         Mail kutuma 'Hesabınız silindi' mesajı gelince kafama dank etti işte böyle. Daha silmem gereken kaç tane üyeliğim var hayatta, kaç yarım kalmış arkadaşlık, düzgün bitirilmemiş ilişki...

Bu blog yazısını bitirip 'yayınla' tuşuna tıklamadan önce, yahoo mailimi açtım ve Dr'ye bir email yazdım. Ama websitesi üyeliklerini kapatmak gibi olmuyormuş çünkü kalın kabuk bağlamış bir yarayı kanattım. Sonu hayırlısı.

Dr merhaba,
Direk konuya gireyim.
Hayatımın dönüm noktalarından birindeyim. Daha doğrusu yol ayrımlarından birinde.
Kariyer ve karakter anlaminda yeni bir gelecek ve kimlik inşa etmeye çalışıyorum.
Bunu da cok sayıda gözlem yaparak; kararlar alarak ve kararları da hayata geçirerek yapmaya çaışıyorum. Ve şunu farkettim, tamamlayamadığım geçmiş beni ilerlemekten alıkoyuyor. Ve bu tamamlanmamıs geçmişte sen de varsın. İlerleyebilmem için bu hikayenin sonunu yazmam lazım.
............................
.......................
............
Bunları yazarken, belki hayatının zor bir doneminden geçiyorsundur ve okurken üzülürsün diye endişeleniyorum bir yandan da. Ama sadece bu değil. Gıda mühendisleri odasından da istifa ettim (aslında 3 yıl once işimden istifa ettim ama üyeliğim durduğu için geçmişimin o kısmı da yarımdı) sonra kariyer.net üyeliğimi de iptal ettirdim. Her gün, gönderdikleri mailleri silmekle uğraşıyordum. Bu, bitmemis hikayelerin hepsi bir araya gelince sırttaki yük artıyor ve yürümek imkansız hale geliyor.
Bana sadece, 'aldım, okudum' diye bir cevap yazsan yeterli. Yani bunların senin tarafindan bilinmesine ihtiyacim var o kadar. Daha fazla yıpratmak ya da onarmaya çalışmak değil kesinlikle amacım.
d

24 Eylül 2014 Çarşamba

Her Günü Farklı Yaşamak

Mühendis olarak çalıştığım son işyerinden ayrılmadan önce iş arkadaşlarıma şöyle dediğimi hatırlıyorum: "Burada söylediğimiz sözler aynı, gördüğümüz yüzler aynı, yaptığımız işler aynı... Sorun çözmekte sorun yok ama sorunlar bile sanki birbirinin tekrarı." Hatta kafayı şeye takmıştım, günde kaç kelime kullanıyorum bu işte çalışırken, ve toplamda yüzü filan geçmiyordu sayısı. Yani arka arkaya resmini çeksem, iki günümün arasında, 7 fark ya vardı ya yoktu!

Pazartesi
        Bir ara bi fotoğraf projem vardı. Daha doğrusu düşüncem. 'Bir balkon 40 fotoğraf' yapacaktım serginin adını. Fikri bana veren de yabancı değil bizim teras :). Her sabah aynı saatte gökyüzüne bakıp her seferinde farklı bir tablo görmekti bana ilham veren. Ama her istek/fikir ve projeme yaptığım gibi bunu da halının altına süpürmüştüm. Sonra, bizim bu kariyer seminerinde bir arkadaş kendi işindeki aynılıktan çok şikayet edince, konu üzerine anılarımı tazeledim ve eskimiş fotoğraf projemi bu vesile ile kullanıp üzerine bir yazı yazmaya karar verdim. 
      Hafta boyunca her sabah, tam güneşin göründüğü saatte (benim balkondan 07:00'de görünmeye başlıyor) birer fotoğraf çektim. Yedi günün sonunda bu resimleri birbiriyle karşılaştırdım ve farklar üzerine kafa yordum. Hiç kendini tekrar etmeyen ama sonunda varacağı yere giden doğa ve varacağı yere varan ve kendini devamlı tekrarlayan insan... İşte bu ikincisi bendim bi kaç yıl önceye kadar. Şöyle:

Haftanın beş günü pazartesiden cumaya her gün;
  • saat 7'de sürüne sürüne (hatta bazen kıyametin kopmuş olmasını bu sayede de işe gitmekten kurtulmuş olmayı dileyerek) yataktan kalkardım. Yerçekimi kanununa epey bi küfretmişliğim var.
  • 'ne giyecem' sorusuyla birlikte mideme stres ve sinir karışımı bir kasılma hali gelirdi. Karar vermek için artık son otuz saniyem kaldığı anda üzerime bişeyler geçirirdim. Sabahın o saatinde aynada da doğru dürüst bişey görünmediğinden bazen kaş-bıyık durumumun vehametini haftasonu farkederdim :)
  • kendimi zorlayarak bi kaç lokma yemeye çalışırdım. Vücudum, ekmeğin aşağı inmemesi için elinden geleni yapardı. 
  • sonra hep aynı yolu kullanarak, hep aynı otobüs durağına yürürdüm. Yolda hep aynı insanları görürdüm. 7.54'te kel adam, 7.56'da havalı kadın, 7.55'te jölelenmiş genç.
  • otobüs yanaşıp kapılar açıldığında hep aynı sesleri duyardım. 'nereye alıyorsun, yer mi var!' ve türevleri.
  • hep aynı gazeteyi okuyarak, her gün aynı durakta inerdim.
  • her 'günaydın' deyişime, ofisteki herkes, bakışlarını önlerindeki bilgisayardan ayırmadan ve sırtları bana dönük kalarak 'güünaaydıııın' derlerdi. (bi de ööööretmeniiiiim ekleseler tam olacaktı)
  • sonra yine, dünle aynı telefon konuşmaları, aynı saatte çay molası, aynı saatte yemek arası, aynı saatte uyku halinin çökmesi, aynı 'faturaları ve kirayı ödedikten sonra kaç liram kalıyor' matematikleri, aynı öflemeler, aynı 'benim burda ne işim var' soruları, aynı 'iyi akşamlaaaar' lar, aynı saat ve durakta eve varış, ne yemek yapacam/yiyecem sıkıntısı, aynı saatte kanepeye yığılış, karnının aynı noktasına kumandayı koyma, aynı saatte uykuya yenik düşmeye başlama, aynı saatte 'keşke ışınlanma icad edilse, yatağa yürümek zorunda kalmasam' dilekleri, ertesi gün de yine 7.54'te aynı kel adamla  karşılaşma!
            
      İşte güneşin ufuktan her seferinde farklı göründüğü fotoğraflara bakarken bunlar geçti aklımdan. Truman show'u tekrar izledim sanki. Sonra da aklıma şu soru geldi:
Her günü farklı yaşamak mümkün mü?

       
Perşembe
Çarşamba
Salı









Cuma
Pazar
Cumartesi

22 Eylül 2014 Pazartesi

Geçmişi yeniden yazmak mümkün mü?

Cuma günü, aşağıdaki istifa dilekçesini yazıp imzaladıktan sonra, hayatımda ilk defa bir sigara tellendirmek istedim -ki sigara içmem. Yerine, Mecidiyeköy meydana bakan Celon's beer cafe diye bir yerde 30'luk fıçı tuborg ısmarladım kendime.
içelim, özgürlüğün şerefine!
d
bu kimlik kartı yakında tarihe karışacak


                    TMMOB GIDA MÜHENDİSLERI ODASINA
                                                                                ANKARA 

                  2002 yılında Hacettepe Universitesi, Gıda Mühendisliği bölümünden mezun oldum. O dönem Türkiye, tarihinin en büyük ekonomik krizlerinden birini yaşıyordu. Çiçeği burnunda mezunlardan biri olarak bu krizden ciddi şekilde etkilendim. 1 yıl sonra, sigortamın yapılmayışına razı gelerek bir yerde işe başladım. Aylarca maaş alamayınca da ayrıldım. Sonrasında, bu sefer maaşımı 'hiç olmazsa' asgari ücret üzerinden yatıran taşeron bir firmada başladım mühendislik yapmaya. Her yılın sonunda kağıt üzerinde işten çıkışımızı yapıyorlardı ve on yıl bile çalışmış olsanız bir kuruş  tazminat hakkınız olmuyordu. Gücü nerden aldım bilmiyorum, 3-4 yıl dayandım bu işyerinde. Nihayet 'eli yüzü düzgün' bir firma buldum sandım. Normal insanların, 14 saat mesai yapmadığını, haftasonlarında ve bayramlarda çalışmadıklarını, çalışırlarsa ekstra ücret aldıklarını öğrendim. Bu firma bana, tekniker maaşıyla, satınalma, ar-ge, üretim planlama, kalite, lab faaliyetleri, satış ve daha neler neler yükledi.
              Özetle, insan sağlığına zerre kadar önem vermeyen, insan-ekipman-zaman yatırımı yapmadan para kazanmayı düşleyen, gözünü kâr hırsı bürümüş patronlarla; eğitimsizlik kompleksini aşamamış, inatçı, yeniliğe ve gelişime kapalı, 'genç emri altında' çalışmayı hazmedemeyen ustalar arasındaki sığ ve anlamsız dünyada gençliğim çürüdü. 2011 yılında, bu mesleği bir daha yapmamaya yemin ederek istifa ettim.
Şu an yabancılara Türkçe öğretiyorum ve çevirmenlik yapıyorum. Yaptığım işi çok seviyorum.
                Odanızdan gelen mailleri silmekten, kariyer sitelerinin 'özgeçmişime uygun' ilanlarını temizlemekten  gına geldi. Bu özgeçmişi silmek ve yenisini yazmak istiyorum.
Odadan kaydımın silinmesi için gereğini saygılarımla arz ederim.
d.s.
tarih
imza
telefon
email


Haftanın özeti:
*tüm ingilizce dil okullarını araştırıp listeledim (yabancı öğretmenlere ulaşmak için)
*İlk kez alıcı gözüyle bir ev gezdim
*fazla renkli diye gözden çıkardığım eteğimi giydim
*hayatımda ilk kez, mavi kotuma bordo kemer taktım
*altı ay önce hediye edilmiş (ve tarzım değil diye kullanmadığım) kolyeye bir şans verdim
*bir kitap çevirisi için örnek taslak hazırladım
*blog kartvizitimi bastırdım. 200 tanesi 30 TL :)
*bağlı olduğum meslek odasından istifa ettim!
*uzun zamandan beri ilk defa Rumeli Hisarı'na gittim ve uzun zamandır ilk defa boğaz havasını birinci elden ciğerlerime doldurdum.

19 Eylül 2014 Cuma

Neden, istemeye çekiniyoruz?

1999, Beytepe-Ankara
         ........
         d: iyiyim baba, arkadaşlar da iyi
babam: paran var mı kızım?
         d: var baba (!)
babam: kızım paran yoksa söyle
         d: valla var baba param
babam: e, o zaman biraz bize gönder kızım!!

Yukarıdaki hadise, üniversite yıllarında kaldığım yurdun telefon kulübelerinden birinde cereyan etti. Bugünmüş gibi hatırlarım. O zamanlar telefon kartları vardı, arka tarafında manyetik kahverengi bir bant olurdu.

Neyse işte bunlardan biri makineye takılı bir tanesi de elimde yedekte dururken (ve arkamda sırada bekleyen kızlar da öfleyip püflerken) böyle dedim babama. Telefonu kapattım. 'Şimdi ben ne bok yiyecem' diye düşündüm.  Ergenliğim ve çocukluğum kasabalarda geçmişti ve ben öğlen yemeğine hep eve gelmiş, hiç sigara içmemiş, kozmetik ürünlerle tanışmamış, dış görünüşümü yani giydiğim kıyafetleri önemsememiş, ve kapitalist düzene bulaşmamıştım henüz. Dolayısıyla 'para' kavramı benim için yeniydi. Ailem o yıl İstanbul'a taşınmıştı ve ben Ankara'da sıfırdan bir hayat kurmuştum. Sıfırdan çamaşır leğeni ve sıfırdan arkadaşlıklar. Arkadaşlar için olmasa da leğen gibi hayati ihtiyaçlar için devamlı para gerekiyordu. Evde olsa yüzünde bakmayacağım bi dolu şey kıymete binmişti. Misal, iğne iplik. Yok işte, olmayınca para verip alman lazım.
Ama esas neden, yani aciliyet ve ciddiyetle ihtiyacım olan şeyi, evrende isteyebileceğim yegâne kişiden talep edemeyişimin gerçek sebebi, istemeyi bilmiyor oluşumdu. Evet, 'istemek zorunda kalmak' (fena halde) çalışmadığım bir yerden gelmiş kazık bir sınav sorusu gibiydi! Sanki 'para gönderir misin' dersem, bir anda bütün dünya işini bırakacak, hayat duracak, herkes dönüp bana bakacak, ağızlarını elleriyle kapatıp fisır fısır konuşacaklar, hatta bayık gözleriyle aşağılayan bakışlar atacaklar, bu gidişin bir dönüşü olmayacak ve bunun sonu kıyamete varacak, filan... Böyleydi işte kafamdaki tercümesi 'isteme'nin.
istemek bir sanat bence
Yıllar geçti ve ben hiç değişmedim. İş ararken, depresyondayken, evden ayrılmayı planlarken, iş değiştirirken, parasız kaldığımda, dertleşmeye ihtiyacım olduğunda, evlilik planlarımda kimseden yardım istemedim, isteyemedim. Hiç unutmuyorum, evlenmeden önce, yeni evi temizlemem lazım, kardeşim Dm ve kuzenim Y'ye mesaj attım, işleri yoksa gelsinler diye. Dm hiç mesajıma cevap vermedi, Y'de acaip yorgun ve depresifdi, pirizlerin yarısını sildikten sonra beni izlemeye başladı. O fıtıklı ve ağrılı halimle, kapı eşiklerinden banyo menfezine kadar kakılmış modunda hava kararana kadar temizlik yaptım. Bi de niye millete söylüyorum diye kendi kendime küfrettim (küsme modundayım ya en yakınlarım bile 'millet' oldu o anda). İyi bok yedim. Ne vardı, iki değil on kişiye söyleseydim yani.

she-ra
İşte bugüne kadar da devam eden duygu, ruh ve davranış halim bu. Ve en hayatımı zorlaştıran, beni en yıpratan (beni güçlendirdi diye en kendimi avuttuğum) yönlerimden biri bu. Ve bu artık değişmek zorunda! 
Ne kimseye ihtiyacı olmayan she-ra ne de her şeyden korkan titrek olmak zorundayız. Hayatta, her konuda, nasıl eşit derecede güçlü olabilir ki insan? Doğaya baktığında, tüm hayvanlar bi araya gelse bir tane he-man etmez. 

titrek
 Peki biz niye bu kadar acımasız davranıyoruz kendimize, kendi kendine yetmek hususunda? Gerçekten bağımsız bir birey olma isteği mi yatıyor bu davranışın altında yoksa bir zayıflık ve yetersizliğin bilinir olması korkusu mu var temelinde?


Bugün hep birlikte bunu düşününelim istiyorum.
Neden, istemeye çekiniyoruz?

güzel cumalar,
d

Not: Haftanın her günü blogu takip etmek sizin için zor olabilir diye, bundan sonra pazartesi, çarşamba ve cuma günleri yazacağım.
 

18 Eylül 2014 Perşembe

Uykudan Önce

Her sabah saat 07:30'da blog yazısını girmiş oluyordum ama bugün geç kaldım. Nedeni basit, uyuyakalmışım!
Bilgisayarım pert vaziyette ve ben elime kimin bilgisayarı geçerse onu kullanıyorum. Ingilizce klavyeli mcbook, Türkçe klavyeli mcbook, İngilizce klavyeli i-pad...Dün almayı çok istediğim bi çeviri için örnek hazırlarken bu üç makineyi de kullandım. Günün sonunda artık beynim sulanmıştı ve bir araba dolusu insan beni dövmüş gibi hissediyordum. (Bunu da hiç tecrübe etmişliğim yok ama, etseydim akşamki gibi hissederdim herhalde sonunda :)

soldaki sincap var ya, öyle uyudum, öyle uyandım

Kafamı yastığa koydum. Mucize eseri on saniye içinde uyumuştum. Koyunları saymadım; burun deliklerimden giren havaya odaklanmadım; aldığım nefesi her seferinde bir sayı artan parçalara bölerek vermeye çalışmadım; aklıma gelen düşünceleri geniş bir ruloyla tümden beyaza ya da tümden siyaha boyamaya uğraşmadım, aklıma akın eden görüntü ve fikirleri elektrik süpürgesiyle vakumlamadım; yani uykuya dalabilmek için herhangi bir çaba göstermedim. Sabah gözümü açtığımda, akşam yattığım şekilde uyandığımı farkettim ki bu, yıllardır olmamıştı.

Benim baba tarafı, kuş uykusu; anne tarafı kış uykusuyla meşhurdur. Dayılarım, teyzelerim, annem, o taraftan tüm kuzenlerim ve biz kardeşler, uykuya düşkünlüğümüzle biliniriz. Ben bununla savaşanlardanım. Günlerce uyumam ve ayda bir dudağımda uçuk çıkar. (Düğünden bir ay önce dudağımın tam orta üst kısmında bi tane çıkmıştı hatta, zor ikna ettim, defolup gitti :) Hani meselemiz 'ben'i aramak ya, fiziksel 'ben'i tanımak da çok önemli. Bedeni dinlemek yani...


Üniversite yıllarında, sadece Eylül ayında uyuma şansı olurdu biz mühendislik öğrencilerinin. Sonra ilk vize, ikinci vize, final derken yarıyıl tatiline kadar zaman nasıl geçerdi anlamazdık. Günde maksimum 4 saat filan uyuyorduk. Bi de biz yurtta kalanlar geç kalırdık derslere, halbuki yurt kampüsün içinde :) Mezun olduktan sonra da bu sistemi devam ettirdim. Uyuyanlara kızardım. Yani üç saat yeterdi, maksimum dört ne gereği vardı fazlasının. Bu arada da annem (kardeşim Z'ye göre annem tüm Dünya sorunlarının uyuyarak çözülebileceğine inanıyor, doğru bir tespit) devamlı ve herkese uyumayı telkin ediyor.

Bu ülkede çocuklar gece on ikiye, bire kadar uyumuyor, ertesi gün de ders filan dinlemiyorlar okulda.  Bu ülkede yetişkinler gece ikiye üçe kadar uyumuyor, ertesi gün de zombi gibi dolaşıyorlar etrafta. Bu gidişata kendi özelimde bir dur demeye karar verdim. 
Kendi vücut saatimi gözlemliyorum nicedir. 
Sonuç şu: En erken saat 22:00, en geç saat 00:00'da uyumak; en erken 06:00, en geç 08:00 de uyanmak suretiyle 8 saat uykuya ihtiyacım var. Uyuduğum oda, gece mutlak karanlık, sabah adam akıllı aydınlık olmalı. Uyumadan en az bir saat önce, tv, laptop vb yapay ışıkla vücut saatini şaşırtan (çünkü beden, uyanma ve uyuma kararını gün ışığına göre veriyor) aygıtlardan uzak durmam lazım. Ve mümkünse ılık bir duş, değilse ve daha kolayı bir çay bardağı sütle uyuma moduna girmem lazım. Bir de ordan oraya attığım kitabı devamlı başucumda tutmam lazım zira bazen kitabı görmek bile uykumu getiriyor :) 

Peki siz, doğru şekilde, doğru zamanlamada, doğru yatakta-yastıkta ve yeterli miktarda uyduğunuzu düşünüyor musunuz?

ayık ve dinç gündüzler, 
d

17 Eylül 2014 Çarşamba

Dünya Turu mu, Kendine Yolculuk mu?

HaJ'ın arkadaşı A, (artık benim de arkadaşım), İstanbul'a vardığında, beş aylık kendini keşif yolculuğunun büyük bi kısmını geride bırakmıştı. İngiltere, Fransa, Almanya ve Yunan adalarında toplam 3,5 ay kalmıştı. Sonraki durağı Ukrayna.
Yaşadığı şehirden yani Los Angeles'tan yola çıktığında cebinde sadece Oxford'a varış ve Kiev'den dönüş bileti vardı, bunun dışındaki tüm yolculuğun doğaçlama hatta kendiliğinden olmasını istedi.

bizimki Dünya turu modunda ama aradığı şey kafasının içinde!
Müze bilmem ne gezmekle ilgilenmedi. Onun yerine, insanları gözlemledi, bol bol fotoğraf çekti, her önerdiğimiz yere gitti, her yemeği denedi... Akşamdan akıllı telefonundan işaretliyorduk gitmeyi düşündüğü yeri, haritayı kaydetip, sabah erkenden çıkıyordu evden... Tek başına olmaktan gocunmuyordu, hatta bazen tercih ediyordu.
Bu kadar her şeye açık, cesur, girişken, rahat (ve alakası yok ama belirteyim acaip yakışıklı) adam, kaldığı tüm süre boyunca eşine referansla konuştu. Bir konu hakkında fikrini söylerken 'eşim diyor ki', 'eşim kitabında bu konuyu şöyle açıklıyor', 'eşim senin gibi düşünmüyor', vs. Bence kendisi farkında değildi bu durumun. Her ne kadar kendisi dindar olmasa ve dindar olanlara biraz üstten baksa da, onun yaptığı şey tam olarak bir 'dindarlık' örneğiydi. Yani eşi, onun 'dini' olmuş ama kendi farkında değil. Kadından ve kitabından o kadar çok bahsetti ki, kardeşim H, çalıştığı yayınevine önermek üzere kitabın pdf örneğini istedi... Yani A, sadece ondan bahsetmekle kalmıyor bunu yaparak ona yeni fırsatlar yaratıyor hatta abartıp daha ileri gideyim onun kaderini yaşıyordu, kendininkini değil. 
Hatırlıyor musunuz önceki blog yazılarımdan birinde (keşif mi, yıkım mı, inşa mı başlıklı), kuzenim Eu'nun baktığı faldan bahsetmiş, o falda söylediği iki şeyin beni çok etkilediğini yazmıştım. Birincisini anlatmıştım zaten, işte o ikinci olay bu. Tabakta dindar biri vardı (ki yakın çevremde yoktur) ve kendi kendine ibadet ediyordu, izole. Tam da A'yı tarif ediyordu.
A'ya bakıp, 'bi insan, gittiği yere kafasının içindekileri de olduğu gibi taşıyorsa, fikir ya da düşüncelerinin yenilenmesini, değişmesini ya da gelişmesini dolayısıyla da kendini keşfi nasıl bekler?' diye düşündüğümü hatırlıyorum.
Tam da benim kendimi sorgulamalarımın üzerine gelince bu hadise 'tamam' dedim. 'eğer kendine başkalarının gözünden bakarsan sadece soruları buluyorsun, cevaplar içeride yani kendinde!' Ve bu durum, Deniz'le (zamanı biriktirmeye ne dersiniz başlıklı blog yazısına bakınız) tanışmamla birleşince işte benim yolculuğum başladı, interaktif bir boyut aldı, gerçi kimse bloga yorum yazmıyor ama olsun :)


Demem o ki, ıssız bir adada olsaydınız, etrafta tanıdık ya da sizi yargılayacak kimse olmasaydı, nasıl biri olurdunuz? Daha da önemlisi kendiniz hakkında ne düşünürdünüz?
Cevaplarınızı aşağıdaki yorum kutucuğuna yazın bi de blogu kendi sosyal medya ortamlarınızda paylaşın lütfen. Yani paylaşmaya değer buluyorsanız eğer.

çarşafa dolanmayan çarşambalar,
d

16 Eylül 2014 Salı

Maskeli Balo

Şu videoyu dikkatle izlemenizi istiyorum, sonra üzerine konuşalım.


Belki biz telefonda konuşurken şivemizi bu şekilde değiştirmiyor olabiliriz ama kesinlikle rol yapıyoruz. 
 Misal;
(ffffffffffffffffffffffff bu niye arıyo şimdi beni!) 'alo! valla şimdi aklımdan geçiyodun ha!'   
               
(patla! kırıcam bigün bu telefonu ya!) 'canım, özlemişim'

(ayyyyy, hiç konuşmak istemiyorum bununla şimdi yaa)  'efendim! ooo, kaçak, nerelerdesin?'

(ay açmıyorum, anlamıyo yine arıyo ya...)  'geçen aramışsın, duymamışım canım'

Ve daha nice cümle.
Peki neden rol yapıyoruz? Neden samimi olamıyoruz? 
  1. Karşımızdakini kırmaktan ölesiye korkuyoruz çünkü değer vermekten ziyade 'ayıp olur' diye düşünüyoruz, bu da nihayetinde bizim falso hanemize yazılacağından, en iyisi oynamak.
  2. Sevdiklerimizle konuşurken bile 'şu an kendimi hiç iyi hissetmiyorum, konuşacak durumda değilim gerçekten' diyemiyoruz, çünkü, darılır ve hayat boyu bi daha bizimle konuşmaz sanıyoruz.
  3. Erteliyoruz. Verdiğimiz sözleri önemsemiyoruz. Sonra o iş ne oldu diye telefon geldiğinde, kendi hatamızı farkediyoruz ama öfkeyi dile getirirken suçu, sırf aradı diye, ona yüklüyoruz. (açmadan önce tabii :) 
  4. Gerçekçi davranmıyoruz. Öyle düşünmüyoruz zaten. Bir haftadan önce olmayacak şeye, 'akşama yetişir'i taahhüt ediyoruz. Nedense açık, reel ve dürüst olmak olmak sonumuzu getirecekmiş gibi hissediyoruz. Halbuki bu kartopunun çığ olarak geri döneceğini de adımız gibi biliyoruz.
  5. Düşünerek konuşmuyoruz. Biri bizi üzdüğünde ya da kırdığında, ne hissettiğimizi ifade etmek yerine, içimizde mayalandırıyoruz o duyguyu. Dağ dağa içinden küstüğü ve diğer dağın da haberi olmadığından, sanki hiç bi şey olmamış gibi araşmaya devam ediyoruz (açmadan önce söylenerek)

Madalyonun öteki yüzü de var biliyorum. Geleneği, adeti, ayıbı, toplumsal baskısı, vs. Ama biz burda iğneyi kendimize batırıyoruz önce.
Gerek telefonda gerekse yüzyüze konuşmalarda, hem samimi, hem gerçekçi, hem dürüst, hem 'o an hissettiğimiz gibi' olmak çok mu zor? Ve bunu yaparken, kırıcı olurum diye korkmamak!
Bu hafta kendime verdiğim ev ödevinde bunu deneyecem işte!

Bi düşünün, siz de oscarlık oyunculuklar yapıyor musunuz sık sık?

15 Eylül 2014 Pazartesi

Bir Hafta Nasıl Geçti?

Hayatımda ilk defa geçen hafta;
  • Go-kart yaptım,
  • ad ve soyadım.com şeklinde bir web adresi satın aldım,
  • 'kariyerinize yeni bir perspektiften bakın', diye bir atölyeye katıldım,
  • kendimi arayış yolculuğumu bir bloga döktüm ve her gün aralıksız blog girdim,
  • birine (eşime) bir logo hediye ettim,
  • ev almak üzere ciddi girişimlerde bulundum (henüz bir netice olmasa da)
  • hızlı okuma teknikleri dersi aldım
  • bir fizyoterapiste (sadece masajcı değil) masaj yaptırdım, (adam, süper) 
  • kendime, başkalarının gözüyle değil, kendi yakın gözlüklerimle bakmaya başladım,
  • tevazu ve ezikliği birbirinden ayırabildim,
  • guacamole sos yaptım (beceremedim, tadı berbat oldu :)

guacamole dip sos

Ona, benden kolay kurtulamazsın çünkü seni çok seviyorum, diye yazdım

Uzun zamandan beri ilk defa geçen hafta;
  • çok sevdiğim bir dostuma, onu çok sevdiğimi söyledim (daha doğrusu yazıp postaladım),
  • sahilde tüfekle balonlara atış yaptım (en son sefer, yedi yıl önce Anadolu Kavağı'ndaydı),
  • kafamın içi veya dışındaki hiçbir negatif/sabotajcı kişi veya düşünceye prim vermedim,
  • banka kredisi almaktan korkmamaya başladım,
  • mcbook bilgisayarı, nefret etmeden, hatta severek kullandım,
  • atm'de çok oyalanan er kişisine sinirlenmek yerine, o zamanı, daha fazla ertelemeden yapmam gereken bir telefon konuşması için değerlendirdim
  • halka küpe taktım (yaşım geçiyor diye, kaldırmıştım bi kenara)
  • kendim dışında biri için kiralık ev aradım, emlakçıyla dolaştım,
  • çok sevdiğim bir başka dostumu, o, aklımdan geçtiği anda aradım ve o an gerçekten biriyle konuşmaya ihtiyacı vardı!
  • kahve falı baktırdım,
  • sabah yataktan istekle kalktım (o5.50'de istekle kalkar mı insan demeyin, oluyor :)
  • colgate yerine sensodyne aldım, fiyat farkına aldırmadan (gülmeyin, dedim ya insanlık için küçük, benim için büyük adımlar bunlar)
  • yıllardır İstanbul'dan gitmeyi istediğim halde, buna hiç hazır olmadığımı farkettim.

Şimdi sıra sizde... Bu hafta uzun zamandan beri ilk kez yaptığınız bişey var mı?

Ya da mesela, en son ne zaman;
derin bir nefes aldınız?
bir yabancıyı takip ettiniz?
5 saniyelik bir şekerleme yaptınız?
soyağacınızı araştırdınız?
birinden ilham aldınız/birine ilham verdiniz?
bir ağaç diktiniz?
yağmurda dans ettiniz?
gökkuşağını kovaladınız?

En son ne zaman bir şeyi 'ilk kez' yaptınız?

http://whenwasthelasttimeyoudidsomethingforthefirsttime.eastpak.com/

14 Eylül 2014 Pazar

Eleştiriye Nasıl Cevap Vermeli?


Aşağıdaki yazıyi dikkatli bi biçimde okumanızı ve en alttaki soruyu samimi bi şekilde yanıtlamanızı rica ediyorum.

Unutmayın, eğer birisi yaptığınız bir şeyi beğenmediyse bu sizi de beğenmiyor ve hiçbir zaman doğmamış olmanızı diliyor demektir, o yüzden yolun ortasına uzanıp ölmeniz en doğrusu olacaktır.
Yaptığınız her şeyi durdurun. Hiçbir şey söylemeyin ve hiçbir şey olmayın. Gözden kaybolmamak şartıyla elinizden geldiğince küçülün. Var olmayın. Ya da var olun ama öncekinden daha farklı şekilde.
Unutmayın: Eleştiri genel bir kınamayla ve ayrıca cinayetle aynı şeydir, ona göre davranın.
Özür dileyin ama samimi olmayın, gizli bir nefret tohumunu kalbinizin o kadar derin bir yerine ekin ki yıllar sonra onu besleyip büyütenin siz olduğunu farketmeyin bile, o kadar sizin parçanız haline gelsin.
Kimsenin sizi bulamayacağı derin bir deliğe dalın.
Hayır. Hayır. Hayır. Hayır hayır hayır hayır hayır hayır hayır hayır hayır hayır hayır hayır hayır hayır hayır hayır hayır hayır hayır hayır hayır hayır hayır hayır hayır hayır hayır hayır hayır hayır hayır 
HAYIR HAYIR. ÖLÜN GİTSİN. HASTALANIN VE ÖLÜN ONDAN SONRA BANA O ŞEYLERİ SÖYLEDİĞİN İÇİN BERBAT HİSSEDECEKSİN ÇÜNKÜ BEN ÖLMÜŞ OLACAĞIM VE SEN AŞIRI DERECEDE PİŞMAN OLACAKSIN VE BENİ GERİ GETİRMEK İSTEYECEKSİN AMA GETİREMEYECEKSİN.
Hemen şu an tüm hedeflerinizden vazgeçin.
Tanıdığınız herkese eleştiriden bahsedin ama bunu eleştiriyi gülünç bulduklarını yüksek sesle dile getirmelerini ve içinde bir gerçeklik kırıntısı bile olmadığı konusunda sizi ikna etmelerini beklediğinizi açıkça belli edecek şekilde yapın. Bu işlemi durmadan tekrarlayın, önce ayık kafayla, daha sonra sizden başka pek kimse içmezken Çarşamba akşamüstü birkaç kadeh şarabın ardından. “İnanabiliyor musun?” bunu bu şekilde defalarca sorun. “İnanasın geliyor mu? Benimhakkımda?” Kimse sizinle göz göze gelmek istemeyene kadar sormaya devam edin.
Boğazınız kuruyana kadar tükürün.
Hayatın renkli bir kilim olduğunu unutmayın.
Altından yapılma bir deve dönüşene ve kimse size zarar veremeyecek duruma gelene kadar aşırı derecede zenginleşip güçlenin ki yaptığınız her şey mükemmel olsun ve lazerli elmas gözlerinizi kullanarak düşmanlarınızın ciğerlerini eritebilin.
Konu üzerine kafa yorun.
Ya mükemmelsinizdir ya da tarihte var olmuş en büyük bok parçası, aynı anda ikisi birden olamazsınız dolayısıyla eleştiri doğruysa tarihte var olmuş en büyük bok parçasısınız. Doğru değilse, mükemmelsiniz ve geri kalan herkes haksız.

Sizi eleştiren kişiye aşık olun. Evliliğini mahvedene kadar vazgeçmeyin.
Her gece eleştiriyi kendi kendinize fısıldayın, ta ki kelimesi kelimesine ezberleyene kadar. Eleştiriyi sonsuza kadar hatırlayın. Mezarınıza indirilmeden önce vücudunuzu kaplayacak olan kefene kelimeleri diktirin ki eleştirinizle birbirinizi sonsuzluğa kadar kucaklayabilin.
Eleştiriyi aşmayın. Hiçbir zaman hiçbir şeyi aşmayın.
Eleştirinin tonuyla içeriğini ayırmamaya dikkat edin. Nezaketsizce söylenmişse doğru olamaz. Mantıklı bir biçimde söylenmişse yanlış olamaz.
Eleştirilmeyi neden haketmediğinizle ilgili bir email gönderin, ondan sonra olayın sizin suçunuz olmadığını düşünen matruşkalar gibi her biri bir öncekine açıklık getiren altı email daha gönderin.
Bir zamanlar güzel olan bir şeyi ateşe verin.
Bir mağaraya kaçıp ayak bileğinizi kırın ki insanlar gelip sizi orada bulmak zorunda kalsın ve sizi o güzel mağaranın dibinde yerde görsünler belki arkada bir şelale akıyor ve su kristallerinden süzülen ışıkta inanılmaz güzel gözüküyorsunuz ve “iyi misin?” diye soruyorlar siz de “iyiyim sanırım” diyorsunuz onlar da “aman Allahım bunca zamandır burada kırık bir bilekle tek başına mıydın” diyorlar siz de “önemli değil” diyorsunuz, “çok cesursun” diyorlar ve hakikaten decesursunuz ve mağara kristalleriyle çevrilmişken o kadar güzel gözüküyorsunuz ki herkes etrafınıza toplanmış “inanamıyorum” ve “zavallı güzel şey” ve “mağaraya kaçmana izin verdiğim için çok özür dilerim ama seni bulduğum için o kadar mutluyum ki” gibi şeyler söylüyor siz de sizi eve taşımalarına ve sonsuza kadar en iyi arkadaşınız olmaya yemin etmelerine izin veriyorsunuz ve her şey onların suçu bu arada mağaraya sizin isminizi veriyorlar ve tüm düşmanlarınızdan güzelsiniz ve bütün düşmanlarınız zaten siz mağaradayken kıskançlıktan öldü.
Unutmayın ki dünyada sadece iki tür insan var: size hayran olanlar ve sizi kıskananlar. Hiçbir gerçek hayran sizi veya yaptığınız işi eleştirecek bir şey söylemez; tam tersinde sizi kıskanan hiç kimse de sizin söylediğiniz ya da yaptığınız ve onların hemfikir olmadığı bir konuda iyi niyetli bir tartışmaya girmek isteyemez. Hakkınızda herkesin söylediği her şeyi duymazdan gelin.
Uzağa taşının.
Eğer eleştiriyi getiren yakın bir arkadaşsa, “Bana karşı bu kadar dürüst olduğun için teşekkür ederim” deyin ve sonra onunla bir daha konuşmayın.
Duygularınızla ilgili hemen bir şeyler yapın. Ne olduğu önemli değil. Birine patlayın, heykel yapın, her neyse.
Youtube’a girin ve kendinizi daha iyi hissedene kadar birine “yaşayan Hitler” ve “deri artığı” deyin.
Unutmayın, eğer birisi yaptığınız bir şeyi beğenmediyse bu sizi de beğenmiyor ve hiçbir zaman doğmamış olmanızı diliyor demektir, o yüzden yolun ortasına uzanın ve ölün.
Metnin orjinali için tıklayın
Çeviri: Nigar Hacızade

Hayatınızda kaç defa bu ruh hali içerisine girdiniz? (Benim cevabım: sayısız defa :))

13 Eylül 2014 Cumartesi

Garfield Felsefesi

madde 1 : insanlar yorgun doğar, dinlenmek için yaşar.
madde 2 : çalışmak yorar.
madde 3 : gündüz dinlen ki gece rahat edesin.
madde 4 : yatağını kendini sevdiğin gibi sev, içinden çıkamayacağın gibi yap.
madde 5 : yarın yapabileceğin işi bugün yapma.
madde 6 : bugünün işini yarına bırakma, erteleyebileceğin kadar ertele.
madde 7 : dinlenen birini görünce otur ona yardım et.
madde 8 : oturmak mümkünse ayakta durma, yatmak mümkünse oturma.
madde 9 : tembellikten kimse ölmemiş.
madde 10 : çalışma isteği duyunca biryere otur isteğin geçmesini bekle
bugünün işini yarına bırakma, erteleyebileceğin kadar ertele

Yukarıdaki mesajı, Van'da, deprem sonrasında gönüllülerin kaldığı çadırda tanıştığım sevgili Mehmet göndermişti bana... Kaç dakika güldüm, kaç kişiye yolladım hatırlamıyorum. Halen moralim bozuk olduğu zamanlarda okuduğum bi listedir.

Yaz başında kardeşim Z'yle babam, Fethiye'ye tatile gitmişlerdi bir haftalığına. Dönüşte, ev yapımı zeytinyağı, şarap filan getirmişlerdi. Bi de ceviz-badem karışımı vardı bizim kolimizin içinde. Ben onları alıp, bi cam kavanozun içine boşaltmıştım ve rafa kaldırmıştım. Bu dediğim 4 ay önce filan heralde. 
Dün, dolabı karıştırırken farkettim, garibim kavanozu bi o yanı itiyorum bir bu yanı itiyorum, bi öne çekiyorum, bi tezgaha koyuyorum, bi alt rafa indiriyorum :) o arada da aradığım şeyi bulmaya çalışıyorum. Kabukları kırılmamış zavallı cevizlerle bademler bana bakıyor ama!




Sonra bi aşk geliyor, sofra bezini yere sermemle, kavanozu boşaltıp çekici ilk cevizin üzerine indirmem bir oluyor!
Bir rahatlama hissi, bir hafifleme... 
Tak tuk çat pat diye sesler çıktıkça, hamamda masaj yaptırıyormuşçasına deşarj oluyorum. Farkında değilim ama beynim her seferinde, 'kır bunları, ye bunları bi ara, bak kaç zaman geçti' filan diye stres üretiyormuş meğersem.
Akşam arkadaşım Gn geldi, ona nasip oldu bunlar.

hafif cumartesiler
d

12 Eylül 2014 Cuma

Helal Üzüm

- su elli kuruş, su elli kuruş, sucu geldiiiiiyyyyye!
- fassulye düştü, fassulye düştü, iki ki ki ki kii!
- son istavrit, son istavriiiitt!
- yalovaaa, yalovaaa! En güzel yeşillikler, A kalite yeşillikler. Yalova yeşillikleri!
- su su su su su, elli kuruş ellliiiiiii!
- ye helal, ye helal, yee yee ye ye yeee!
- haydi çanakkale çanakkale çanakkalee!

Bizim semtte sebze pazarı Perşembe günleri kurulur. Müdavimlerinden biri de benim. Kaya tuzu, açık süt, jumbo yumurta, en kalite gemlik zeytin, en kalite ezine peynir, beş liraya şahane t-shirt, iki tanesi beşe avokado (her akşam yüzüme maske yapıyorum da, diyomuşum :)) Nerden ne alınır, bi nevi pazarın kurdu oldum yani. 
Dört gözle bekliyorum o günü.
Dere yatağında, hafif eğimli bir yokuşun üzerine kuruluyor pazar ve yolun üstü çadırlarla kaplanınca da bir tünel vaziyetini alıyor. Ben, aşağıdan başlarım hep. Tekerleklerinin altıda dördü kırık daha doğrusu çıkık vaziyetteki kırmızı pazar arabamı çeke çeke ve genelde yavaş yavaş çıkarım yokuşu. Alana girmeden sağda solda park etmiş kavun-karpuz dolu kamyonetleri; saatten nevresime, çaydanlıktan mutfak kilimine kadar tam teçhizatlı kameraman cevat kelle misali donanmış minibüs-dükkanları...Herşeyi incelerim. Az ilerdeki atraksiyonun habercisidir çünkü bunlar.
 
benimki bunun aynısının tekerlekleri yamulmuşu

Ne diyordum, ha yavaş yavaş ilerlerim, gözlem yaparım, fiyatlara bakarım (gerçi akşam üzeri fiyatlar yarım saatte bir değişir) moda girerim önce. Kokuları takip ederim. Maydanoz koktuysa döner o tezgahı mimlerim, ya da kesilmiş şeftali. Henüz alışverişe başlamadıysam da baktım bi yerde yağma var hemen ilişir bi durum yoklaması yaparım, önce izler sonra sürüye katılırım.
Her yaş grubundan insan olması çok hoşuma gider. Her yaş çocuk, yaşlı amcalar, bebek arabalı anneler, bebek arabalı anneanneler, genç çiftler, genç kızlar... Dikkat ettiniz mi bilmiyorum, bu yaş çeşitliliği yavaş yavaş siliniyor kentin belli bölgelerinden. Oralarda çok hızlı olmanız gerekiyor çünkü. Misal metrobüste.
Pazarda, bi de en en çok sevdiğim şeylerden biri şudur; 'merhaba'nı veya 'sağol'unu asla havada bırakmazlar. Mutlaka 'sen de sağol abla'nı alırsın.
Herkes doğaldır. Kimse en seksilerini, en cicilerini, en yenilerini giymeye uğraşmamıştır. Basma etek, beyaz şeritli pijama, pardesü, tshirt-kot, penye-şort, kapri, tayt. Böyle yani kombinler. Işten gelenlerin de şaftı kayık omuzları düşük ve gözlerindeki fer de sönük olduğundan onların janjanı da pek bi işe yaramaz. Ben de, karizmamı çizer diye dışarda giymeye çekindiğim bi yandan da atmaya  kıyamadıklarımı giyinirim. Pazar kombinleri diye bi grubum var :)
Hani Ortaçağ filmlerinde, bi, şatodaki hayat vardır, bi de sokak. Ortalık toz topraktır sokakta. Bi çocuk elma çalar, adam çocuğu kovalar, koşturmacada tavuklar kanat çırpar, domatesler ortaya saçılır, vs vs. Gerçek hayat odur. Bizdeki durum da benzeri.
AVMmidir ne karın ağrısıdır bi oraları düşünün, ışıklar, dekorlar, pazarlanan hayat, konuşmalar, konular, her şey ne kadar sahte. İndireceksin şalteri bakalım kalıyomu janjanlı hayat :)

Bitirmeden önce son bişey. 
Bi gün kardeşim Z'yle Kadıköy çarşıda sadrazam arıyoruz. Cevizli sucuk var ya, onun başka versiyonu gibi düşünün. Bi dükkanın camında gördük sonunda, sevindirik olduk. Tadına bakabilirmiyiz dedik, 'tanesi bi lira' dedi.
İşte yazının en başında var ya bi alıntı 'ye, helal' diye. O genç adam üzüm satıyordu, tadına bakmak isteyen çekinmesin diye de öyle bağırıyordu.
O an çok duygulandım.
Gerçek, onurlu ve deyim yerindeyse,
helalinden bir yaşam arzuladım.
d