16 Aralık 2015 Çarşamba

Yaşamak bazen Direnmemektir!

Canım okur, 
İç huzur ve yazma potansiyeli ters orantılı, bunu anladım. Yazı gözyaşı gibi bişey, burnunu sızlatan bir mesele, boğazına yumruk gibi oturduktan sonra sel biçiminde gözlerine hücum ediyor ve en nihayetinde sümüklerinle yaşların karışınca birbirine, doğurup salmış oluyorsun ya acını dünyaya, öyle galiba bu kalem tutma meselesi de. Yani bir süre sonra içinde özgür bırakacak esir duygu kalmaması tehlikesi de var hani :)
*
Durumum nasıl diye sorarsan, arz edeyim okuruma:
Kürt illerindeki soykırım hazırlıkları dışında hayat 'süper' gidiyor. Hayat o kadar garip bişey ki, az ötende bir soy kırılıyor, yen içinde kalıyor. 

Bugün ders programım boş. Alternatif program akışımda, kendim, blog yazımım, rutin ev işlerim, beş bin kilometre saç-kaş-bıyık bakımım, öğleden sonra da Yağmur ve Deniz'le buluşuşum var. Bu arada o ikisi koçluk seanslarına başladılar! 
Bir gün herkes 15 dakikalığına koçluk alacak! :)
Pek muhterem android telefonum

Her ne kadar müstakbel eşim bu satırları okuyunca mutlu olmayacak olsa da itiraf etmek zorundayım, son dönem yakın arkadaşım, akıllı telefonum. 
İzah edeyim: 
Şimdi ben aşırı maymun iştahlı ve FOMO'su (Fear of missing out: Fırsatı kaçırma korkusu)  yüksek olan biriyim ya..

hem, sevgilimle (resmi kurumlar 'koca' diyor) ilk fırsatta yapabileceğimiz etkinliklerden haberdar olmak, 
hem güzel bir restoran/cafe keşfetmek ve göz bebeklerim grubuna giren yakınlarımla bu keşfi taçlandırmak;
hem, tüm iç ve dış haberlere, bir Robert Fisk uzmanlığında hakim olmak;
hem, tüm arkadaşlarımı en yakın zamanda görmüş ya da görecek olmak;
hem, tüm ailemin son ahval ve şeraitine vakıf olmak, varsa bir ihtiyaç, hatta yoksa bile müdahil olmak :)
hem, çok okumak
hem, her an ve daim yazacak potansiyeli hazır tutmak
hem, müziksiz bir lahza bile geçirmemek
hem, kişisel gelişimimi had safhaya çıkaracak şeyler yapmak,
hem, gün içinde aklıma gelen ders fikirlerinin bir şablonunu çıkarmak,
hem, blog yazmak, hem blog takip etmek;
hem (burası çok önemli) bağlantıda olmak, kopmamak, dahil olmak, ait olmak, içinde olmak, devamda olmak
hem de -burası aşırı önemli- hayatımı doğaçlama yaşayabilmek, gelişmelere adapte olabilmek, beni itenlerden uzaklaşmak, beni çekenlere yönelmek, gerektiğinde kendimi bir yerlere yöneltmek

istiyorum ya hani...

İşte tüm bunları yapmamda bana bir en iyi arkadaş gibi destek olan biridir, android kardeşimiz.
Henüz, Big Brother'dan saklanmanın inceliklerine mazhar olamamış olabilirim ama onu da başardım mı harika olacak.


Çalınıp geri gelen telefon bu modeldi. 
Bu satırları okuyan kardeşlerimin kih kih güldüklerini duyar gibiyim.
Yıllar yılı en ilkel telefonları kullandım.  Bir akşam, Siyami Ersek'ten Kadıköy'e doğru yürürken, tinerciden hallice genç bir çocuk 'abla' diye seslendi, sonra bana bir şey uzattı, Allah Allah diyorum, ne kadar benziyor benim telefonuma, tuşlarındaki yazıların silinmiş kısımlarına kadar aynı yani. Ben öyle tokat yemiş gibi şaşkın şaşkın bakarken, çocuk makineyi elime tutuşturdu ve benim yürüdüğüm yönün tersi istikamette uzaklaştı. Yaklaşık otuz saniye sonra, çocuğun, benden çaldığı telefonu geri getirdiğini anlamıştım. :))) O zamanki erkek arkadaşım, 'sağda solda anlatma rezil olursun' demişti. Niye rezil olacakmışsam, kafası markalarla örümceklenmiş insan bakışı işte.
Her neyse.
Yani düşün makinem o kadar feci ki hırsız geri iade ediyor :) Fecaat!

Çıkabildiğim en yüksek modeller bunlar 
Bu süper ama, şarjı 7 gün gidiyor
Şimdi, çağın, zamanın tüm dayatmalarına karşın almamak için direndiğim akıllı makineleri, tutmuşum yere göğe sığdıramıyorum. Bu ne yaman çelişki anne!

Fakat, tüm çelişkilerde olduğu gibi burada da bir ders gizli. 
Hani hayatı her anlamda, doğaçlama ve özgür yaşama isteği had safhada dedim ya, bende. Bir yandan da direnme ihtiyacı had safhada. Kadın olmaktan, öteki olmaktan, ezilen olmaktan, farklı olmaktan ötürü pik yapmış bir direnme kabiliyeti, direnme gereksinimi, direnme zorunluluğu ve hatta direnircesine yaşama tutunma...Bu kadar ben olmuş, bana yakıt olmuş bir şeyin gölgesi ister istemez atıyor işte varlığımın öteki yüzlerine de. 
Kısaca,
kontrolü bırakamama bir yanda, hayatın içinde kaybolma arzusu diğer yanda.. 

İşte benim güzel okurum, ellerimi senin görebileceğin bir şekilde başımın arkasında birleştirerek yaslandığım bu android telefon, içimdeki inatçı direniş abidesine karşı almış olduğum bir galibiyet esasında. 
Doğaçlama: 1, İnat:0

skoruyla,
d

5 Aralık 2015 Cumartesi

Karanlıklar İçinde Güçlü bir Işığım

Can Okur,
Mustang filmini duymuşmuydun bilmiyorum. Karadeniz'in küçük bir kasabasında babaanne ve amcalarıyla yaşayan beş kız kardeşin,  suni yolla çocukluktan çıkarılıp kadınlaştırılmaları ve bu kızların toplum ve aile baskısına direniş ya da direnemeyiş hikayesini anlatan bir film. Epeydir izlemek istiyordum. Sinemada, kadının yeri kıç ve memeden ibaret olduğundan, kadını merkezine alan ya da baş kahramanı kadın olan filmler özellikle çekiyor ilgimi. X-Man gibi.
Diyarbakır'da geçirdiğimiz son akşam; Hilal, Jeff, ben bu filmi izlemeye karar verdik. Galeria diye bir yeri gösteriyordu, on dokuz seansı. Adını yavaşça ve düşünerek tekrar edince, herhalde dedik janjanlı bi aveme bekliyor bizi. 
On sekiz otuz itibariyle giriş yaptığımız bina, terkedilmişlikle yeni kapanmışlık arası bir his veriyordu. Bir ilçenin çarsını al, üzerini kapat, bir kaç kata böl, akşam karanlığını indir, tüm dükkanlar kapanmış olsun, tek tük açık kalanlardan bir tanesi, boydan boya pembe oyuncak ve kırtasiye malzemesi satsın, pilli bebekler ürkünç sesler çıksın :) Dedik, biz kendimiz korku temalı bir filminin ana karakterleri olacağız birazdan, en zenci olanımızdan başlayarak sırayla kaybolacağız ortalıktan, geri kalanlarımız ikiye ayrılıp üçüncümüzü arayacak ve kurban gideceğiz pembe pilli bebek zulümlerine.
Epey bi dolaştıktan ve yürümeyen merdivenleri tırmandıktan sonra ikinci katta bulduk bizden saklanan sinema gişesini. Gişe dediysem, karton sigaradan biraz irice bir kutu :) İçinde  bir adam oturmuş, şehrin büyüsüne yakışır bıyıklarıyla, şu şarkıyı dinliyor.

Soru işaretleri bu kadar yoğunlaşmışsa, istikametimdeki hedeften, yüzde doksan dokuz geri dönerim ama öyle olmadı bu sefer. Yirmi bir liramızı verdik sinemayı kapattık.
Filmi de beğendik, en önemlisi, biraz sonra başlayacak dedikodu ve değerlendirme turumuza bolca malzeme biriktirmiştik. Keskin bir soğuk ve geniş bir kaldırım eşliğinde konuşmaya başladık ve gülmeye. Çok geçmeden çok güçlü bir patlama sesi geldi Suriçi'nden. Bommmmm! On adım daha, tekrar Bommmmm!! On adım daha, tekrar Bommmmm!! Ve bu böyle tam beş kez tekrarlandı. 
Mustang, İngilizcede yabani at demek.
**
Geçtiğimiz yaz, Jeff'in üç yakın arkadaşı Türkiye'den taşındı, ya da kaçtı mı demeli. İçinde yavaş yavaş ısıtıldığımız bu kazandan dışarı fırladılar belki, halen aklını yitirmemiş kurbağalar misali. Benim geride kalan halen kocaman bir ailem ve büyük bir arkadaş ordum var. Onun için aynı şeyi söylemek zor. Edebiyattan, sanattan, politikadan ve yazıdan bahsedebileceği çok az kişi kaldı şimdi. Ve bu deliler ülkesinde benim kalp eşim bir ara yapayalnız hissetti kendini. İşini soranlara, İngilizce öğretmeniyim diyor ama yazardır kendisi ve yazar harbiden hayat gailesinden başını kaldırabildikçe. 
Bu yalnızlık cehenneminde, J, en favori kafe-kitabevimiz, Kadıköy'ün harika mekanı Akademi Kitabevi'nde bu sezon açılan yaratıcı yazarlık atölyesine katılmaya karar verdi,  yüksek perdelerden  yapmak istediği muhabbetlere dinsin diye özlemi. Ne tuhaf, kim bilir hangi nedenlerle, üç kişilik sıralara oturuyoruz sık sık, ve izliyoruz bizden çok az şey bilenleri ve kimseler bilmiyor bu hikayede kim öğrenen kim öğretici. 

İlk yazı ödevi J'nin, bilim kurgulu bir mektup yazmaktı geçmişten bugüne. Atölyenin hocasından önce bana nasip oldu okumak, editleme münasebetiyle. Olur da okursun diye büyüsünü kaçırmayım ama teması beni can evimden vurdu işte onu anlatmak isterim. 
Mustang'ı izlediğimiz akşam, duvarda Star Wars serisinin yeni film afişini görmüş J ve çok heyecanlanmış meğerse. Filmi izleyenler bilir İyi Taraf ve Kötü Taraf arası bir savaş var. İyiler beyazlar kötüler siyahlar içinde ve galaksiler, yıldızlar, karadelikler, gezegenler içersinde amansız bir mücadele.
Mektubu okurken anladım: J, güzel bir film izlemenin, korku filmi setine benzer bir aveme keşfetmenin ve küçüklüğünden beri tutkuyla izlediği film serisinin yeni afişini görmenin, kalp eşinin ve bu büyülü şehirde bir sonraki gün geride bırakacağımız kardeşimizin yanında yürümenin etkisinde çocuklar gibi şenmiş beş defa kendini tekrarlarken bombalar: Bommmmmm! Bommmmmm! 
Ve bu aydınlık ruh haline düşen gölge, yazdığı yazının omurgasını oluşturmuş. Kötü Taraflar, İyi Tarafların içine gölge düşürmeyi her seferinden başarıyormuş ama, iyilerin ışığı da ne olursa olsun sızmaya devam ediyormuş karanlıkların içine.

Jeff'in sol omuz başında, şimdilerde silinmeye yüz tutmuş bir dövme var, bu desende

Mektup, Cumartesi günü Tahir Elçi'nin öldürülmesinden sonra içine girdiğim ruh halinden bir anda dışarı çekti beni. Yaşam enerjisi verdi, yaşam enerjisi alabildiğime halen, sevindim. Ama şaşırma duygum daha ağır bastı. O gün aynı masada kahvaltı yapmış, aynı parkta fotoğraf çekmiş, sonbaharda rengini değiştirmiş aynı yapraklara hayran olmuş, aynı patlama sesinden irkilmiş ve fakat farklı şeyler tecrübe etmiştik. Ne güzel, ne inanılmaz, her insanın dünyaya kendi gözlükleriyle bakıyor olması, yaşıyor olması dünyayı
Ama ne enteresandır ve biraz da acıdır yan yana yürüdüğümüz hatta yan yana uyuduğumuz insanların içinde oldukları ve içinden geçtikleri yerlerin bize uzak düşebilmesi...
**
Blog yazıları yazmak ve okumak bana çok iyi geliyor çünkü mesafeleri azaltıyor nazarımda. Çok küçükken çok ağdalı kitaplarla başladım okumaya ama bugün hayatıma en tesir eden satırlar: en sade en gerçek en içten en samimi itiraflar ve en direk serbest vuruşlar. 
O kadar çok şey olup bitiyor ki etrafımızda, bir çift göz yetmiyor bu şeyleri kavramaya. Çok uyaranlı bu dünyada hepimizin hissettiği, deneyimlediği, düşündüğü, kavradığı, sezdiği, gördüğü, fark ettiği, sevdiği ve nefret ettiği o kadar çok şey var ki, yirmi dört saatlik bir zaman dilimine düşen, günlük ortalama yarım saati bile geçmeyen hakiki bir sohbet ne sana yetiyor ne seni dinleyene. 
Kahve zincirlerinde, otobüslerde, ptt şubelerinde, halk ekmek kuyruklarında, doktor kapılarında, 
Gökkuşağı çıktığında, en nefis manzaralar kendini teşhir ettiğinde, sırt çantalı çocuk sinirlerimizi bozduğunda ya da şoför mahalline yapışmış ilerlemeyen kadın bizi deli ettiğinde hep tek başınayız. Bunları tüm detayıyla anlatacak ne zamanımız, ne imkanımız, ne de dinleyenimiz var. 


Bu çağ mesafeler çağı.
Babası dedesi elli haneli köylerde doğup büyümüşler şimdi milyonluk şehirlerde yaşıyor. Küçük yerlerde kimin ne zaman ishale yakalandığı türden bilgilere hakimdir herkes. Büyük şehirlerde bizler, 
beş parasız geziyor,
ağır depresyonlara giriyor,
gizlice ve derinden aşık oluyor,
sık sık darılıyor,
bazen de yere göğe sığamıyor,
mutluluktan içimizi zapt edemiyoruz.
Hal böyleyken, bizi dünyaya bağlayan bir akıllı telefonda çareyi arıyoruz, bir mesaj bir fotoğraf yolluyoruz
Ama tatmini bulamıyoruz.

Şahsen ben, ders almaya başlayan her öğrenciyle birlikte, yeni bir eve, yeni bir ofise, bir oturma odasına, yeni bir anadile, karaktere, kültüre, fiziğe, ilgiye, farklı meraklara ve farklı mutluluk kaynaklarına sahip bir insana yakın gitmiş oluyorum. Neden en hoş ve güzel insanlar beni buluyor diye düşünüyordum bir süredir. Birinin hayatına zum yaparak yanaşmak onu anlamayı, ona anlatmayı, bağlanmayı, özlemeyi, daha iyi anlamayı, sevmeyi, birlikte üzülüp sevinmeyi getiriyor. Ve en önemlisi, yakınlaşmak, nefret etmeyi zorlaştırıyor. 
**

Bizler Kanada'da, New York'ta, Tunus'ta, Kahire'de, Gezi'de, Lice'de bir araya gelen milyonlar..

Bizler bu vahşi, bu canavar, bu doymak bilmez sistemin altındaki toprağı elekten geçirir gibi sarsıp inceltenler...

Bizler, konser salonlarında, barış mitinglerinde, barlarda, restoranlarda, stadyumlarda, elimizde oyuncaklarla beklerken komşu ülkenin sınırında bombalanmaya başlananlar...

Bizler, elimize akıllı bir oyuncak verilip, zincir cafelerde tek başına oturması arzulanan ve bir diğeriyle yan yana gelmesi istenmeyenler...

Bizler anne, baba, toplum, okul, işyeri ve devlet tarafından ehlileştirilmek istenen Mustang atlar...

Bizler göğsünde, gövdesinden büyük kalp taşıyanlar, yani bizler İyi Taraflar.

Bizi bu yeni çağda birbirimizden uzaklaştırmak, yalnızlaştırmak,  tekleştirmek, korkaklaştırmak, güçsüzleştirmek isteyenler; Dünyayı değiştirme umudumuzu boğmak için, biraraya geldiğimiz yerlere dinamit koymaya başladılar.

Bizler, karanlık tarafın içine inadına ışık düşürecek milyonlar,
inadına bir araya geliyor, inadına seviyor, inadına sevişiyor,
inadına yaralarını gösteriyor birbirine, inadına dayanışıyor,
inadına yüzleşiyor en utanç verici suçlarla,
inadına meydan okuyor en köklü kurumlara,
inadına merhamet duyuyor tanımadığı insanlara,
inadına güveniyor ilk tanıştıklarına,
inadında inanıyor birlikte ve ortak bir yaşam kurmaya,
inadına buluyoruz birbirimizi, inadına buluşuyoruz birbirimizle,

devrilmez bir masada,
d

29 Kasım 2015 Pazar

Sizin hiç barış Elçi'niz öldürüldü mü?

22 Kasım 2015 Pazar.
Yolcu uçağımız F-16ların yanından hızla geçerek, yanaşıyor yeni hava alanının otoparkına. Bagaj almaya giderken üzerinde sabitlendiğimiz yürüyen merdivende, burnumuza buram buram 'yeni bitmiş inşaat' kokuları çalınıyor. İn cin top oynuyor desem, onlar da yok ortada sanki. Birkaç rent a car bürosu, ne olduğunu anlayamadığımız bir bekleme odası, o kadar. Eyvah, para çekecek makine de yok, e taksiye nasıl binecez? 
Şoföre derdimizi anlatıyoruz, diyoruz, belediyenin spor tesislerine gideceğiz ama bir atm makinesinden geçebilir miyiz? 
Az durakladıktan sonra,
-Siz geri dönmeyecek misiniz? diyor
-Yok inecez gittiğimiz yerde, kardeşim bizi bekliyor.
Az daha duraklıyor,
-Onu demiyorum, hava alanına dönmeyecek misiniz?
-(Gülüyorum) Bir hafta burdayız daha
Kaşları normal güzergahtan sapmak istemediğini anlatırcasına çatılıyor,
-Yauw olsun, bir hafta sonra verirsiniz parayı!

Diyarbakır'a hoş geliyoruz!

Koşuyolu Parkı, 22 Kasım Pazar

Taksideki yolculuğumuzun ilk beş dakikasında etrafta hiç bayrak görmememiz iyiye bir işaret oluyor. 'Hah' diyorum, 'Bir hafta detoks yapacağız'
Peşinen arınıyorum.
İnşaatların, konutların adları bize, başka bir ülkeye geldiğimizi müjdeliyor. Bedirhani İnşaat, Bahoz 4 sitesi, Mezopotamya Konutları, vs.
Hiç bir siyasi partinin, hiç bir liderinin, apartman boyu bez afişleri görünmüyor ortalıkta. Bu kentten yüzde seksen oy çıkaran da dahil.
Oh be, ediyor gözlerim.
Kardeşim Hilal'ın yedinci kattaki dairesi Koşuyolu Parkı'nı görüyor. Çok değil otuz dakika sonra, tam ortasında parkın, otuz madde halinde, insan olmaktan gelen haklarımızı okuyorum bir anıtın siperinde.

Madde 1
Bütün insanlar hür, haysiyet ve haklar bakımından eşit doğarlar. Akıl ve vicdana sahiptirler ve birbirlerine karşı kardeşlik zihniyeti ile hareket etmelidirler.

Nedenini bir hafta sonra anlayacağım ve ayaklarım yere çakılı vaziyette bakıyorum anıtın birinci maddesine, ve ayıramıyorum gözlerimi bildirgenin gövdesinden. Jeff'in hadi gidelim hissine daha fazla direnemiyor dizlerim ve ayrılıyoruz huzurundan eşitlik ve hürriyet ilkelerinin.
İkibin on yılında, üç kişi olarak yaptığımız üç günlük gezide keşfettiğimiz Heft Reng* mağazasının bir subesine tesadüf ediyoruz biraz ilerde. Yirmi lira vererek çok önemli bir bilgi satın alıyoruz beyaz bir tişörte basılı siyah harflerle,

Aqlê sivik
Barê giran**

On beş kasımda başlayan tiyatro festivalinin son günü olduğu geliyor hatırıma. Geç kalmamak için hızlıca bindiğimiz minibüsün peşine, bir dakika evvel az geride park vaziyetinde bekleyen akrep model askeri jip takılıyor ve bir gaz fişeği arabamızın altını yalıyor. Şoförümüz, gaza basıyor ve herkese, varsa açık camlarını kapatmalarını salık veriyor.
Saatler yediyi gösterirken belediye binasının arka tarafında bir salonda Mezopotamya Dans adında bir grubun, Leyla adında tadı damağımızda kalacak performansını izlemeye başlıyoruz. İçerisi tıklım tıklım ve biz bu yıl da üç kişi, ayakta ama stratejik bir yerden görüyoruz sahneyi. Bu jeopolitik konumda, bu kalitede bir etkinliği kişi başı üç liraya mal ettiğimiz için hem belediyeyle hem de kendimizle gurur duyuyoruz.
Silahların ve çatışmanın gölgesinde, olacak mı olmayacak mı derken gerçekleşen festival 'bu coğrafyanın yeni dönem gerçeğine işaret ediyor' diye geçiriyorum içimden:
Kurşunlarla Dans
**
İlk günümüz kalan günlerimize dair bir fikir veriyor. Ertesi gün annemle teyzem katılıyor gezimize. İngilizce bilenler şu linkten tüm detayları okuyabilir:
http://istanbulgibbs.blogspot.com.tr/2015/11/diyarbekir-diaries-deftera-rojaneye.html
**
Tüm hafta boyunca, diyebilirim on blog yazısı çıkaracak kadar, duygu-düşünce-tecrübe deryasında yüzüyorum ama elim kaleme gitmiyor.
**
İstanbul'a zorunlu dönüş yapacağımız günün sabahı kardeşimde bende ve eşimde, güneşli bir Cumartesi sabahının bile sıfırlayamayacağı bir hüzün var. 
Kimseye, kendimi, fikirlerimin neden öyle değil de böyle şekillendiğini, devlete ya da dünyaya aldığım konumun geçmişte saklı şifrelerini izah etmek zorunda olmadığım bu yeri;
Barış Çay Evi'ni, Barış Cafe'yi, Barış Apartmanı'nı saklayan bu şehri; 
Bulutları kucaklayacak kadar kalbi geniş Dicle Nehri'ni;
Unesco'nın insanlık mirası bellediği Hevsel Bahçelerini;
Anadilimin nakşedildiği dükkan ve tabela isimlerini;
Domates gibi domatesleri ve insan gibi insanları;
Menengiç ve Kürt kahvesini;
Bazalt taşlarından bina edilmiş Sur içini;
Ahmet Arif'i, Cahit Sıtkı Tarancı'yı;
Sülüklü handa içtiğimiz en güzel şarabı nasıl bırakacağım geride...
Dicle Nehri, On Gözlü Köprü Yanı

Kahvaltıdan kalkıp valizleri kapatıyorum ve bir haber okuyorum tvnin alt yazı şeridinde:
'Tahir Elçi hayatını kaybetti' şeklinde
ve donuyorum olduğum yerde.
Hava alanı taksisinde, 
dikiz aynasından bakarak birbirimize 
ağlıyoruz dişsiz şoförümüzle.


29 Kasım 2015 Pazar.
Yüz binler sel olmuş akıyor Diyarbakır caddelerinde. Bu halk, aklına ve hayaline gelen herkese ve her yere izahını yapmaya çalıştığı Barış'ın en büyük elçilerinden birini taşıyor insan ırmağının orta yerinde, tabuttan bir sal içinde. Yoksul apartmanlardan, karanfiller atılıyor kalabalığın üzerine ve alkışlar yankılanıyor V yapılmış parmaklar eşliğinde.
Kasvetli bulutlar ve soğuk yağmurların gölgesinde, simsiyah bir nehir olmuş akıyor insanlar Koşuyolu Parkı'nın içine. 
Zaman duruyor İnsan Hakları Anıtı'nın önünde.
Bu ölümün anlam ve acısını yüksek sesle söylemek isteyenlere
mikrofonlu bir kürsü kurulmuş, 
benim bir hafta önce ayaklarımın çakılı kaldığı yere.
Memleketimde, 
insan olarak doğana düşen otuz maddelik hak ve hürriyetlere 
sırtını dönmüş devlet ve ölüm kol gezmekte,
ensemizde,
d
Koşuyolu Parkı, 29 Kasım Pazar


*Yedi Renk
**Hafif akıl, ağır yük

19 Kasım 2015 Perşembe

Duygular Kargoya Verilir mi?

Canım okur,
Bir kaç saniye evvel fark ettim, bu sayfanın kapsama alanında epey bi enerji var. İnan, ekrandan taşıp kalbime ulaşıyor. Yazı ne kuvvetli bir şey ya, ben bi düşünceyi yontup koyuyorum vitrine, sonra onu alıp inceliyor, törpülüyor yorumluyorsun sen, yerine bıraktığında o artık benden ve senden çıkmış, bana ve sana dair bir parçaya dönüşüyor. Yani buraya kalbinden ne bıraktıysan onların hepsi yüreğimin yanında kendine yer açıyor. Yani hislerin, çatlağını buluyor.

Kafamda bir birine bağlanma ve sana ulaşma ihtiyacı duyan dört beş konu var bakalım becerebilecek miyim uc uca eklemeyi. Giriş kağıdım, 0.5 uç kutum, suyum, püskevitim ve heyecanlı parmaklarım masanın üzerinde. Hele bakalım bu sınavı geçebilecek miyim?
Vira bismillah!
**
On yedi kasım, saat on dört otuz. Öğlenin tam çatında ders isteyen dünyalar tatlısı İtalyan öğrencim Stefano, dürüm ve ayranını afiyetle götürdü karşımda. Asistanının yemek teklifini reddettim, geç kahvaltı yapmıştım netekim. (Dedemin tabiriyle, netekin :)
Bi ara bahsetmiştim ya içimde organik navigasyon var diye, kesin atalarım çok iyi avcılar ve iz sürücüleriydi ve bana da o genleri aktardılar ve o yol bulma yetisi oradan geçti zannımca. Genelde, işaret parmağımı sanal bir şekilde ıslatıp, sanal bir şekilde havaya kaldırıyor ve o salaş ve şirin çaycı, o gizli ama leziz lokanta ne tarafa düşer hissedebiliyorum. Fakat o on yedi kasım günü ne kadar ıslattıysam, rüzgar, parmağıma hiç bir bir yönden vurmadı. Nereye baksam koyu mavi camlı plazalar görüyordum. Derken dörtel döner diye bir yere girdim. Hiç kanım kaynamadı ama bi iskender söyledim, yemek güzeldi hesabı istedim. Pos makinesinin kenarına sıyırdıktan sonra kartımı atar gibi masanın üzerine bıraktı garson kılıklı dana (danaları çok severim aslında, niye öyle dediysem). O an başımdan aşağı kaynar sular döküldü, ben yanlış gördüm diye düşündüm (zaten bu ülkede canlı yayında soykırım da yapsalar, ben yanlış görüyorum, diye düşünmek işimize geldiği ve böylece tepki vermek yükümlülüğü ve başımızı belaya sokma riskinden kurtulduğumuz için, bir kedi görmedim sanki modunda devam ediyoruz hayata). Sonra fişi kopardı, kopardığı yerden düşürürcesine bıraktı masaya, arkasını dönüp gitti. Ben halen, afiyet olsun desin filan bekliyorum. Hay bu bizim gerzeklik içerikli uslanmaz naifliğimiz...
O anı hayal et okur, ediyorsun gerçi biliyorum. Adam ağır çekimde benden uzaklaşıyor, siyah pantolonu, beyaz gömleği, patates kafasının üzerine emanet oturtulduğu bir altmışlık bedeni ağır çekimde flulaşıyor kadrajımda. Güzümü ondan ve kalp çarpındımdan alamıyorum. Hayır, bu sefer, içimde aşırı şekilde hissedilmeyi bekleyen, utanma ve öfke duygusunu görmezden gelmiyorum, bekliyorum çatlayana kadar utansın içim, sinirlensin. Gözlerim ufukta halen, bak orayı ihmal etmiyorsun dimi, canlandırma yaparken?
Gidip adamın kendisiyle konuşsam ne diyecem, sen fişi ve kartı niye elime vermedin, bana niye afiyet olsun demedin mi diycem :) Bu senaryoyu düşününce biraz gülümsüyorum ama içimdeki baraj, kapakları zorlamaya devam ediyor. Kasadaki adama gideyim diyorum, suçu olmayana patlanır gerçeğini bildiğim için, günahsız birine gitmekten vazgeçiyorum. 'Bu restorandan, bu hislerimi adresine teslim etmeden ayrılmayacağım' diye söz veriyorum kendime. Sonra aşağıdaki emaili yazıyorum.
Net okunmuyor kusura bakma, uğraştım, daha görünür yapamadım

Sonra ne oldu?
Efenime söyleyim, gondert tuşuna baş barnağımı bastım, tuvalete gittim, bi posta da orada rahatladım, ceketimi sol dirseğimin içiyle bedenime kilitleyip, arınmış bir ruh haliyle adım attım dışarıya. 
**
Uzun zamandan beri, ifade edilmeyen duygular, sahibine teslim edilmeyen hislerle ilgili bir yazı yazmayı düşünüyordum zaten. Dün akşam Yağmur'la tünelde bir çaycıda o ıhlamur ben çay içerken konuştuklarımız konunun önemini bir kez daha fark etmemi sağladı. 
**
Ankara katliamından sonra, erteleme müessesesini (evet, insan evladının en köklü müessesesi) yaşamımdan  koparıp atmak istediğim bir süreç başladı. Henüz bombalarla havaya uçmamışken, Ezgi'ye onu çok sevdiğimi, Edibe'ye bir kaç yıldan beri bozulduğum ama yansıtmadığım şeyleri, ve daha nicelerine nice şeyleri ve bundan sonra kime ne hissedersem söylemem gerekirdi. Netekin başlattım bu süreci. Gerçekten de Ezgi'ye onu çok sevdiğimi ve Edibe'ye iki bin bir yılında başlayan dostluğumuzun beni zorlayan yanlarını tüm içtenliğimle söyledim. Bildiğim kadarıyla dünya yıkılmadı. O gün bu gündür pek çok kez, öfkemi, heyecanımı, üzüntümü, şaşkınlığımı, sitemimi, memnuniyetimi, sükunetimi, korkumu, hayretimi, gözyaşımı, kahkahamı, gururumu, merakımı, ve daha aklına ne kadar duygu gelirse bunların hepisini, her kim bu hislerin oluşmasına sebebiyet verdiyse o insana teslim etmeyi denedim, deniyorum, sanırım kısmen başarıyorum.

Güzel okur, 
Biliyorum, kalbini kırıp duran o adam, ya da bir türlü açılamadığın o kadın, seni sevmediğini sandığın baban, ha bire seni eleştiren annen, seni hiç aramayan arkadaşın, sana bir türlü nasılsın demeyen, derdini dinlemeyen dostun, hiç sana teşekkür etmeyen patronun, selamını almayan kasiyer, sana seni sevdiğini hiç söylemeyen sevgilin, beş yıl önce kalbini kırmış abin, on yıl önce ettiğin kavgada o içinden geçen küfrü edemediğin iş arkadaşın... Ve yer yüzünün üzerinde, gökyüzünün kubbe içinde biriktirdiğin yıllandırdığın fermente ettiğin ne kadar düşünce veya duygu varsa onları düşün şimdi, o anları, o insanları, içine girdiğin duygu sellerini düşün.

Kalbinde ve beyninde yazdığın, kapağını yalayıp kapattığın, üzerine de adresleri yazdığın o mektupları eğer zamanında ve sahibine teslim etmezsen, zarflar içinden hiçbir yere gitmeyecek bunu bil. İlk günkü tazeliğinde kalacak ve dalından yeni koparılmış kadar yeni ve diriliğine çok şaşıracaksın yıllar sonra bile.

Siyah pantolonlu garsonlara olan öfkeni, kasadaki güleç kadınlara istediğin kadar patlat.Defalarca ama, gece ve gündüz, defalarca. Hiç bir işe yaramayacak. Bir kalp kırmayım derken çok yürek yoracaksın bilesin. 

Ciğerlerinden türeyen bir pınar varsa ve çağıldamak istiyorsa sen onu yanlış yataktan akıttıramazsın.
Bırak suyun içine atlasın haylaz, sabırsız, mutlu, aşık, masum, kötü duygular, dökülsün bir müddet şelaleler formunda, seyret sen tüm bu olanları sabırla ve nihayet durulduğunda berraklaştığında sular ve sen görebildiğinde taaa dipteki yuvarlak taşları o zaman bırak,

Su çatlağını bulsun, 
sahibinde,
d

6 Kasım 2015 Cuma

Kariyer Navigasyonu

Güzel okur,
Seçimlerden bu yana beş gün geçti. Üç gün, kendime verdiğim resmi yas süresiydi zaten, kalan ikiyi de hafta sonuyla birleştirdim, uzun bir psikolojik tatil oldu, anlayacağın. Hayatımda ilk kez seçim sonuçlarına bakmadım. Bingöl'ün Yayladere ilçesinde, İstanbul'un Çamlıca semtinde hangi parti ne kadar oy almış ilk defa merak etmedim. Halen de bilmiyorum.
Dün, gündüz, epeydir kafamı meşgul eden bir konuyu kuzenim Yağmur'a açtım. Dünyanın en iyi dinleyicisi, en güvenilir dert ortağıdır kendisi. Ailemizin kara kutusudur bir nevi.
Konuşmamız, hayat kurtarıcı oldu.
Akşam olunca da, insanın, artık çocuk olmadığını fark ettiği nadir anlardan birinde buldum kendimi,
Aldım karşıma J'yi, konuştuk bizi bekleyen muhtemel geleceği.
Gözünün üzerindeki kaştan dolayı insanların tutuklanabildiği ya da öldürülebildiği
bir ülkede bizi bekleyen olası sonlar nelerdi,
sakin, olgun, gerçekçi bir biçimde netleşti.
Üç haftadır içimi kavuran sıkıntı, final sınavı öncesi stresine benzer mide krampları ve baş dönmeleri bitti.
Uyudum dün gece, uykumda hiç delik yoktu.
                                       


Sabah, saatimizin alarmı beş kırk beş itibariyle öttüğünde, ben derinlerde bir rüya izlemekteydim. 
Tek başıma oturuyorum Moda Sahnesi'nin cafesinde, demleniyorum yalnız başıma, rakı masasında :)
Sonra Mert Fırat geliyor, acaip yakışıklı ama,
Diyor, biz de az ilerde içiyoruz, gelsene yanımıza :)
Yok diyorum sizi rahatsız etmeyim, ben böyle iyiyim baya. :)
Evet, rüya görmeye, ve saçma rüyalar görmeye başlamaktır hayatın normale dönmesi bir anlamda, 
haydi hoş geldim, sıradan hayatıma!

Artık otomotik pilotta gerçekleşen eylemler dizisi, 
Jnin iş kıyafetlerini dolaptan çıkarmam, ayağıma dün gece yatarken çıkardığım çorapları geri giymem, pencereyi açıp Venüs'ü aramam, depderin bir nefesi içime çektikten sonra, ciğerlerimde hava tahlili yapmam, bugün hava soğuk olacak diye düşünmem, vs.
Bunlar hep evimizin, bir birini takip eden, zombivari şafak düzeni.
J duştan çıkıp giyindi, her günkü gibi sol eliyle sol böbreğimden kavrayıp, alnımın sağ boynuz yerinden öptü ve oturdu kahvaltısına.

Ben bi ara mutfaktan çıktım, az sonra geri döndüm, gömleğinin kol düğmelerini ilikliyordu sandalyesinde ve gömleğinin kol düğmelerini ilikliyor ise benim eşim, havalar soğumuş demektir. Sol omzunun üzerinden, ağzındaki kızarmış ekmeği kıtırdatmaya devam ederek bana baktı ve bir süre bakıştık öyle. Saniyenin, diyebilirim beşte biri kadar kısa bir süre geçti geçmedi;
-Bişey mi lazım canım, dedim.
-Yooook, dedi. (her şey yolunda tonlamasıyla)

Saçlarını kurutmadığını fark ettim ve banyoya gidip kurutma makinesiyle geri döndüm.
O an kafamda bir lamba yandı, benden ne yaman garson olurdu diye düşündüm. Bu fikir beni o kadar heyecanlandırdı ki, anında kafamda bir blog yazısı tasarladım. Dur dedim bu eğlenceli düşünceyi, morali bozuk dostlarla paylaşayım açılsın içimiz, iki dakka.

Nedenlerini sıralayalım, ard arda:

Empati:
Bi kere empati yeteneğim korkunç yüksek. Kendimi birinin yerine koyup onunla birebir özdeşleşebiliyorum. Misal kan tutuyor beni, yani o anlarda bedenim, kanayan yeri vücudumda bir yer sanıp, sistemi kapatıyor, bayılıyorum. O derece düşün :) Ve bir insan ne bekler, ne düşünür, neden öyle değil de böyle davranır bunları tamamen anlayabiliyorum. Yargılamadan önce, o insanla birebir aynı süreçleri yaşadığımı düşünüyor sonra bir fikre varıyorum. Hatta çoğu zaman, o insanın, bana doğru gelmeyen, o sonucuna varıyorum ben de :)

Sabır:
Allah bana bir sabır vermiş, dostlar başına. Ama itiraf etmem lazım, eza ve sıkıntı karşısında çok başarılıyım, basit ve sıradan konularda sabırsız olabilirim. Sipariş verirken istedikleri kadar düşünsünler, beklerim.
Türklerle sorun olmaz, Papua Yeni Gine'ye de gitseler döner ayran isterler :) Diyelim Amerikalı bir müşteri geldi, (ki Amerikalı müşteriyle muhattap olana bol şanslar), bir kere, altmış iki dakika menüyü inceler, ne nedir, neyin içinde ne var ne yok, ıncığını cıncığını araştırır sorarlar. Araştırmacı müştericilik konusunda üzerlerine yoktur onların. Olsun, yüzde kırk dokuz buçukla terbiyelendi bünyemiz, ona da katlanırız!

Çoklugörev (Multitasking):
Önceki yazılardan bilirsin, sarımsak dövüp aynı anda çorba karıştırabilen bi insanım, hem sipariş alır, hem yan masanın içeceği bitti mi diye kontrol eder, hem kapıdan yeni giren müşteriye masa işaret eder, hem de akşam okuyacağım kitap için heyecanlanabilirim :)

Süprüzcülük:
Tanıyanlar nasiplenir, hediye vermeyi çok severim. Kafam yedi yirmi dört sevdiğim insanlarla meşgul olduğundan, bir dükkanda ya da sokakta beğendiğim şey o an kafamda kim yer ediyorsa onla eşleşir. Şaşırtarak hatta şımartarak mutlu etmek için benim de nasıl işlediğini bilmediğim, hiç bozulmadan çalışmaya devam eden özel bir üretim hattı var içimde. Müşteriye öyle bi süprüz yaparım ki ömür boyu unutamaz valla :)))

Güleryüz:
İstanbul'da yaşayanların sırf bunun için bana  bahşiş yağdıracağına eminim. Dünyanın en mutsuz servis elemanları bu şehirde çalışıyor zira. 

Göz ve enerjiyle konuşma:
Bu kısmı okuyanları korkutmak istemiyorum ama genelde insanların dudaklarıyla söylediklerini değil, yüzleri ve bedenleriyle anlattıklarını dinliyorum. Bu, kendini arama sürecinde tavan yapmış bir yeteneğim. Zaten feodal bir kültür ve büyük bir aileden geldiğim için, idrak, karakterimin ve yaşamımın önemli bir parçası. Neye ihtiyaç duyuluyor veya duyulabilir veya duyulacak konulu tartışma programı, kafamdaki televizyonun gün boyu devam eden bir yayını. 
İnsanların bedenlerinden yayılan enerjiyi de okuyabiliyorum. Radarım, mutsuzluk ve gerginlik ölçümünde çok kesin sonuçlar veriyor özellikle. Restorana adım atan müşterinin, attığı işte o adımdan ruh halini çözebilirim diye düşünüyorum. Hemen kendisine bir bomonti filtresiz öneriyorum, oluyorum bitiyorum. :)

Aslında bi dolu başka şey daha ekleyebilirim ama uzatmaya gerek yok çünkü bağlamak istediğim başka bir yer var konuyu.
Blogun bu bölümü, hayatımın devam eden kısmında dümeni ne tarafa kıracağımla ilgili ya, o yüzden iş güç meseleleri de önemli tabi. 
Şimdi, insanlar kariyer ya da meslek ya da meşguliyet hayalleri kurarken hep CEO olmayı filan düşünürler. Yani çok önemli, çok para kazanılan, çok az insanın ulaşabildiği, gıptayla bakılan filan bir iş hayal eder çoğu kişi. Ben de onlardan biriydim. Bu hedef biçim değiştirdi ama önemli ve zoru başarma isteği baki kadı. Oscar konuşma provamı halen kafamda çeviriyorum ne olur ne olmaz diye :) 
İşte bu sabah, hepiniz uyurken, evin koridorunda, heyecandan içimin içime sığmamasına neden olan gerçeklik, o sanki çok zormuş ve çok uzakmış gibi görünen ve nihai tatmini ve dolayısıyla başarıyı ve dolayısıyla kazanımları getirecek pozisyon ya da iş adına ne dersen, sana, sadece bir tercih uzaklığında olabilir. Ya da bana. Yani belki kafanı, yani belki kafamı, gökyüzünde üzerinde bir gün uyumayı düşlediğimiz o buluttan indirip, gözümüzün önündeki kanepeye çevirirsek bizi daha rahat ve kaliteli bir uyku ve daha tatlı bir düş bekliyor olabilir.

Belki de göreceğimiz düşün özlemini çekmekten, uyumayı unutuyoruzdur. 
Belki korkular, 'ne der?'ler, 'ya beğenmezse!'ler, 'ya beni ayıplarlarsa!'lar, 'bendeki malzeme neye elverişli?' sorusunun önüne geçiyordur.
Belki kimsenin kimseyi yaptığı işten, kazandığı paranın miktarından dolayı yargılamadığı bir şehre iltica etsek, okuduğumuz o okullar, çalıştığımız o dersler, ezberlediğimiz o dualar ve şimdiki zamanda çekimlediğimiz o fiilerin hiç birine gerçekte ihtiyaç duymadığımızı fark edeceğizdir.

ferahlamayla,
d

Bu yazıyı bitirip, havalandırmak için camını açık bıraktığım yatak odasına gittim. Yatağı toplarken, Fulsen Türker'in garson ve mutlu yazısı geldi aklıma. Şiddetle tavsiye ederim:

2 Kasım 2015 Pazartesi

Yalnız Meşeler ve Devam Eden Hayat

Okumaya başlamadan önce en alttaki videoyu çalıştırmanı tavsiye ederim

Seçici okur,
Direk söyleyim, hiç tadım yok. Yaklaşık iki saattir amaçsız bir biçimde yürüyor(d)um.
Tek çare içimde sıkışmış duyguları genel bir afla dışarı çıkarmakta bu sayfaya,
ha gayret...
Dün, okul sorumluluğu yaptığım seçim çevresinden ayrılıp, oy kullanacağım sandığa doğru yürürken önüme düşen palamut, burda şimdi, klavyenin sol yanında.



Yatağa sürüklediğimde aşırı yorgun bedenimi dün gece, asker uğurlamalarını, derbi karşılaşmalarını solda sıfırlayacak bir korna ve gürültü kirliliği vardı dışarıda. Perdeleri iki kat kapatmak, gözlerimi uyku gözlüğüyle örtmek fayda etmiyordu. Tek çare rüyaya yatmaktı.
Gece, komşunun saati dört kere gongladığında uyandım, bu sefer peşpeşe silah sesleri, havai fişek gibi geliyordu sesleri. 
Çok sevdiğin biriyle çok büyük bi kavga ettiğinin gecesi uyanırsın ya, zamanı tersine çevirmek istersin, o son sözü geri almak hani
öyle bir tat var damağımda,
çaresiz uyuyorum geri.

Sabah gözlerimi açtığımda, ilk, güneşin doğmuş olması şaşırtıyor beni,
oy yüzdelerine rağmen, hayret.
Ruhumda, çok acı, çok çiğ, çok ekşi, çok kuru, çopçok kekremsi bir tat var. 
Yıkasam diyorum belki geçer, duşun altına giriyorum. 
Temizlenmeğe devam ediyorum, hayret.

Ondaki dersimi iptal mi etsem diye düşünürken, hazırlanıyorum.
Kapıcı, daireleri gezip, asansörün dört gün kullanım dışı kalacağını haber ediyor.
Onunla selamlaşıp, apartmandan çıkıyorum, 
Çantamı yukarıda bırakmışım, 
                                            geri dönüyorum.

Köşeyi dönünce görüyorum ki,
iki Kürt usta, apağır aksanlarıyla, tıknaz ve aptal teknikere elektrik hattının niye onun dediği yerden geçemeyeceğini anlatmaya,
bir diğer genç arabadan demirleri indirmeye,
özetle, inşaat yükselmeye devam ediyor.

Durağa vardığımda, turkuaz başörtülü güzel kadın, beyaz kulaklıklarından müzik dinliyor ve
Üsküdar minibüsünün mavi şapkası yerinde duruyor hayret.
İki virgül yirmi türk lirası uzatıp, oturuyorum.
Selamsız'da papatya suyuyla saçları açılmış pejmürde genç kız, yürümeye devam ediyor kirli-bej anorak montuyla,
Dünyanın en saçma park noktası, iki şeridin bildiğin ortasında yine bir araç duruyor.
Minibüsten inenler, otobüse binenler, dünyanın en mühim insanlarıymış gibi en önden gitmeye çalışıyor yine, dün yaptıkları gibi.

Sahilde,
tam önümde yürüyen ve lacivert kotunu kırmızı montuyla kombinledikten sonra sarı çantasını sağ eline almış karamel saçlı bir kadın yürüyor ve
kadının öğle yemeğinin yanına servis edilecek itimat marka ayranları
yanımdaki adam, dikine model el arabasıyla  taşıyor dönerciye.
insanlar yemek yemeye devam ediyor,
ona da hayret.

Kaçmasın diye iri bir halatla kıyıya bağlanmış Kabataş motoru, yukarı aşağı sallanıyor ve mavi bir çakmak suya mükemmel bir diklikte yeşil suyu kirletiyor.
Az ilersinde beyaz deniz anaları her zamanki yerlerinde besleniyor,
ve plastik yoğurt kabı,
boğazın olmazsa olmazı.
İçeri geçmeden önce alt katın balkon demirlerine dayanıp iskeleyi inceliyorum. Martılar ve aralarına sızan bir güvercin kahvaltı telaşında.
Yüzümü suya çevirdiğimde, yüzlercesini görüyorum, 
gamsız
avlanma devam ediyor.

'Kabataş' anonsu geldiğinde, başımı, bir adet okul içi, bir adet okullar arası olmak üzre iki whatsapp grubundaki seçim yazışmasından kaldırıp karşıya bakıyorum. Dersin başlamasına on beş dakika var ve ben belki ömrümde ilk defa yanlış motordan iniyorum,
taksiye atlayıp, doğru yöne ilerliyorum.

Taksimetre çalışıyor,
hem de sarı arabada en kaygısız roman müzikleri çalıyor,
araya bir de Sibel Can'ın yeni cover şarkısı giriyor.
İnsanlar cover yapmaya da devam ediyor, 
haphayret.

Bir buçuk saat sonra, iki havalı ve tulumlu genç erkeği, bina önündeki elektrik kutularını resimlerken görünce,
resim yapmaya devam edenlere şaşıyorum.
Doğru vapurla Kadıköy'ün yolunu tutuyorum.
Çııayy isstiyennnn? diye sormaya devam ediyor gezici garson.
Bir gitar ve bir kemandan mütevellit deniz müzisyenleri ürkek adımlarla olay yerine yaklaşıyor, Drama Köprüsü'nü çalmaya başlıyor.
Haydarpaşa garı yerinde duruyor, hayret.
Akbank ATMsi bozuk, ATM'ler bozulmaya devam ediyor,
Başka bir banka, para çekme makinesi indirtiyor kamyonetin arkasından.

Azgın sevgili, kız arkadaşının yüzüne aptal bir ifadeyle bakmaya, 
ve aklından geçenleri saklamaya çalışıyor
ve parfümeriler kozmetik satmaya devam ediyor hayret.

neredeyse tek örnek giyinmiş dört genç çocuk yanımdan geçiyor,
çete usulü gezme modası var olmaya
röfleli saçlarını alelade toplamış, siyah eşofman mor spor ayakkabılı genç annenin önündeki bebek arabası ilerlemeye,
ve o an dünyaya giriş yapmış merakıyla etrafı inceleyen, 
bereli bebek yaşamaya devam ediyor.

Devlet tiyatroları Kasım'da da oyunlarını oynamaya,
Flüt sesleri Haldun Taner'den yükselmeye,
Çingeneler iki elleri ceplerinde çiçek satmaya
ve kalabalıklar ortasında bir kenara sığınmış genç kızın gözleri dolmaya devam ediyor.

Bir benmişim gibi geliyor, takviminde bir kasım yaprağı asılı kalan;
bir daha acıkmayacak, bir daha şarkı çığırmayacak, bir daha yürümeyecek, bir daha dokunmayacak, bir daha yaşamayacak gibi hisseden gerçekten bir ben miyim?
O uçsuz bucaksız tarlanın ortasında, o uzak dağın tepesindeki inadına yeşil meşe ben miyim bi tek?

Hayır, bu yazıyı okuyanlar ya da bu satırlar gibi hisseden milyonlar var biliyorum.

Bahariye Caddesi'nde çantalar, ayakkabılar, şallar salınmaya devam ediyor vitrinlerde.
Çıtır simit yine kokuyor mis gibi. 
Güneş hep bu yokuştan yukarı çıkarken mi ışıldar?
İnsanlar dedikodu yapmaya devam ediyor ve aralarında gülüşmeye.
hayret acıkıyorum.
Yirmi lira versem bozabilirmisiniz, diyorum, bir pınar beyaz peynir bir de gevrek simit dolu şeffaf poşetimi sallayarak tırmanmaya koyuluyorum yolu yine.
İnşallah diyorum, çay ocakları da çay satmaya devam ediyordur.
Halk eğitim merkezinin karşısındaki gümüşçü, dükkanını 2 trilyona satmış, kahveci açılacakmış oraya. Kadıköy'de cafeler açılmaya devam ediyor.
Pasajın önündeki banka oturuyorum, açık, taze, şekersiz bir çay istemeye devam edebiliyor canım.
Karnımı doyurup nihayet dertleştiğimde bu sayfada dostlarımla, youtubeda bir şarkı çalmaya başlıyor:

Ağladıkça, ağladıkça, dağlarımız yeşerecek
Görecek göreceksin, ağladıkça, ağladıkça
Geceyi tutacağız, görecek göreceksin
Ağladıkça, ağladıkça güneşi tutacağız,
Görecek göreceksin




26 Ekim 2015 Pazartesi

Saatler ileri mi geri mi?

Patavatlı okur,
Pazar günü, 'Şimdi saat kaç?' geyiği çevrildi her yerde, biliyosun.
Kuzey yarım küredeki ülkelerin çoğunda, ilkbaharda saatler bir doz ileri, sonbaharda da bir doz geri alınıyor doğal gün ışığından daha fazla yararlanmak için. Kim düşündüyse Allah bin defa razı olsun. Bana bir saat daha gün ışığı verenin kırk yıl kölesi olurum!
Merak ediyorum, Yurtdışındaki Otellerde, İstanbul'un saati kaçı gösteriyordu

                   
An itibariyle Diyarbakır'(Amed)da konaklayan kardeşim H'nin kışlıklarını alıp kargoya vermek için anneme uğradığımda, bayramdan beri günde ortalama üç kez bahsini ettiği ve bana bir türlü teslim edilememiş kurban eti konusu bir kez daha açıldı. Anne, dedim, sen en iyisi pişir biz gelip burada yiyelim. Birbirine, yürüyerek on, minibüsle üç dakika mesafedeki bir evden diğerine gitmenin bile Everest'in tepesine çıkmak gibi zor göründüğü bir şehir bu şehir işte. Neyse, Susurluk'tan sonra her pisliği Çatlı'nın üstüne yıkma modası başlamıştı şimdi biz de kabahatlerimizin hepsini İstanbul'un üzerine yıkmayalım ve kabul edelim, sarı olmayan saçlarımızdan da biz sorumluyuz :) 

Yemek nasibimiz Pazar akşamınaymış. Organize olduk, haberleri yaydık, istikamet ana ocağı.

Bu arada gün boyu, duvar saatinin, bilgisayarın, kol saatimin ve telefonun farklı gösterdiği zamanlarla, zamanda yolculuk baya baya mümkün duygum baya baya pekişti. Uyanıyorum saat 9:30, tvittera bakıyorum hop 8:30'a geri dönüyorum. Hiç öyle geleceğe dönüş moduna da girmeye gerek yok, duvara bak geri telefonuna bak, tamam. 
***


Altı kişilik konuk ekibi olarak yemeklerimizi yiyip, geriye yaslanmış ve işyeri sorunları boyutunda derin muhabbetlere dalmıştık annem eve döndüğünde mevlütten. Uzun simsiyah eteğini, sıfır kollu (evet dışarsı eksi yüz dereceyken ev içi modası budur annemin) V yaka penyesiyle kombinlemişti, ve eşarbını aşağı doğru sıyırdığında, boynunun alt kısmına inadına zıtlaşır gibi bembeyaz bir saç çıkmıştı ortaya. Annemin saçları ne ara beyazlamıştı, yoksa bugün, onun yarım küresinde zaman bir kaç yıl ileri mi alınmıştı?

Kardeşim Z, anne sen saçını mı kestirdin, diye sordu. Annem mahçup bi gülümsemeyle, evet derken sesi titredi, ve gözleri buğulandı. Sıcağa ve sıkıntıya hiç gelemeyen (tişörtlerin bile yakasını keserek genişlettikten sonra giyebilen) S. Sultan, gece uyku tutmadığında yastıkla yaptığı savaşlardan birinin sonunda, bir gece vakti faturayı kalan siyah saç uçlarına kesmişti.

Son siyah saçlarımdı diye kıyamıyordum ama kestim sonunda, dedi. Onun içine girdiği ruh halinden habersiz, memleket büyüklerinin üç yüz almış derecelik gaflarına gülüp moral bulmaya çalışıyorduk, kara borsadan. Sultan, elinde bez bir torbayla geri döndüğünde haberimiz olmuş oldu, bir ara aramızdan ayrılmış olduğundan. Bez torbadan bir torba daha çıktı, sonra annem, dalgasına bakmaya kıyamayacağın, kepkestane, ışıl ışıl ve capcanlı siyah saçlarını, sağ eliyle avuçlayıp bize göstermeye başladı. 

'Yıllar bir avuca sığar mı?'nın cevabı gözümüzün önündeydi. Bin dokuz yüz elli sekiz yılında dünyaya gelmiş ve bir o kadar kez bu dünyanın cefasını çekmiş bu kadın, henüz daha aktarmalarda oyalanan yolculara işte böyle teşhir ediyordu bitiş çizgisinin buruk gerçeğini. Zamanı dondurmak istemişti saçlarında, halen geç kalmadığını ispat etmek istemişti bu kestane dalgalı tellerin şahsında. Hani halen fırsat kalmış olabilirdi hayatı gönlünce yaşamaya, telafi şansı vardı daha.
***



Canımın, çekirdeğe yakın, vitamini bol yerinde saklı dostum Senem, whatsapp'tan yukarıdaki mesajı yolladığında, mesele sonunda çözülmüştü. 
Saatler Orta Doğu'yu gösteriyordu.
Mars'ta su aramaktan vazgeçilmişti bizim ülkemizde, leylekler bu mevsim göç rotasından çıkarmıştı bizi..
çocuklar, otuz beş günlükken ölmek kafalarına yatmadığı için, doğmaktan vazgeçmişti
ölüm bir kutsal olmaktan çıkmış zulüm aracına dönüşmüştü.
insanın içini eritecek cinsten sıcak ve sivil bir gülüş panzer arkasında sürüklenmişti.
başımıza bela bir kentte, cumartesilere yüz iki karanfil hüznü düşmüştü
oyuncaklar güney sınırını geçememişti
yarbayların bile devletle arası yarılmıştı,
ve
kardeşi kardeşle karşı karşıya getirenlere karşı, büyük kardeşin tahammülü kalmamıştı artık.
Mıknatısın iki ucu dört kutba dönüşmüştü ve bu dört uçtan hepsi birbirini fena halde iteklemişti.
Bir anne, gençliğine olan inancını yitirmişti.

Ve bu tabloda bana önemli bir görev düşmüştü,
üstleniyorum
mecburiyetle,
d

23 Ekim 2015 Cuma

'Neyi, Neden Yapıyoruz?'

Düzenli okur,
Bir günü yaz bir günü kış gibi geçirdiğimiz günlerin dengesizliği yetmiyormuş gibi bir de memleket genel seçimlere gidiyor. Olsun, elinden geleni ardına koymasın evren, Halep ordaysa arşın burda!
**
Malum, anlam arayış yolculuğumun ikinci chapterındayım. Bu bölümde hareketi, eylemleri, kararları ve bunları tetikleyen duygu ve düşünceleri irdeleyecem bol bol. 

Sabah kahvelerimin yanına kurabiye niyetine, en meşhur TED konuşmalarından birini koyuyorum. Bugün izlediğim konuşmanın başlığı;
'Neyi, niye yapıyoruz?'

İlginç bi soru di mi? Hayatımızın her dakikası karar almakla ya da vermekle geçiyor. Mesela neden saçımızı uzatıyoruz, ya da kestiriyoruz? Neden İngilizce ya da Kürtçe öğreniyoruz? Neden para kazanmak istiyoruz? Neden sağa değil de sola sapıyoruz?

Konuşmayı yapan Tony Robbins, insan evladının 6 temel ihtiyacı olduğunu söylüyor: 
(Kabaca çevirerek aktarıyorum)
  1. Kesinlik: Evrensel bir ihtiyaç bu. Acıdan kaçmak ve zevki garantilemek için lazım. Herkes hayalkırıklıkları ve problemlerden kaçmak için katiyete ihtiyaç duyar. O çok sevdiğimiz restorana bi kez daha gitmemizin, o çok sevdiğimiz filmi bi kez daha izlemek isteyişimizin nedeni, tatmin garantisidir.
  2. Belirsizlik: Hayatta her konunun net ve belirlenmiş olduğunu düşünün bir an. Bugünden itibaren, ne giyeceğiniz, ne içeceğiniz, ne yazacağınız, kimi öpeceğiniz, kaç para kazanacağınız, hangi şehre gideceğiniz gün be gün an be an planlanmış olsun. Nasıl hissederdiniz? Ben şöyle hissederdim: İMMMDAAAAAATT!!!!!!  :) Çünkü bu kadar kesinlik beni boğar. Ceza evinde gibi hissederim kendimi. Hayat dediğin sürprizlerle renklenir. Bunun için de belirsizliğe ihtiyaç duyarız. Robbins diyor ki, o çok sevdiğimiz filmi tekrar izlerken, üzerinden yeterince zaman geçmiş olmasını ve filmin bi kısmını unutmuş olmayı umut ederiz. Bilinmezlik, çeşitlilik ve yeni bir uyarı lazımdır hepimize.
  3. Önem: Herkes, özel, özgün ve önemli hissetme ihtiyacı duyar. Bunu, çok para kazanarak, çok dövme yaptırarak hatta şiddet uygulayarak yapabiliriz. Örneğin, A kişisi, bir silah doğrultsa B er kişisine, A kişisi B er kişisinin hayatındaki en önemli insan olur bir anda di mi?  Önemli hissetmenin milyonlarca farklı yolu var ve her insan farklı bir metot izliyor buna ulaşmak için.
  4. Bağlantı kurmak&Aşk: Hepimize lazım. Çoğumuz aşktan korktuğumuz için onun yerine bağlantılar kurmayı tercih edebiliyoruz. Aşık olursak inciniriz diye korkuyoruz. Duygusal ilişkisinde incinmiş olanlar elini kaldırsın litfeng! Ama kabul edelim buna ihtiyacımız var.  Samimiyet kurarak, arkadaş kazanarak, dua ederek, ister doğada yürüyerek ister bir köpek besleyerek olsun, aşık olmak ve bağlantıda olmak görmezden gelinemez bir gereksinim.
Bu dört madde, karakter gereksinimleriydi, son ikisi, ruha ait. Burası işte, tamamlanmayı gerçekleştirdiğimiz yer. İlk dördünü öyle ya da böyle elde ediyoruz fakat derin tatmini, bütün hissetmeyi sağlamıyorlar. Ammaaa, şunlar zurnanın zırt dediği hususlar:
  1. Büyüme: Büyümek zorundayız.(Konuşma İngilizce ve ben kendime not alırken bunu büyük harflerle GROW diye yazmışım) Bir ilişki eğer büyümüyorsa, bir ticari yatırım büyümüyorsa, sen büyümüyorsan ne kadar para kazandığının, kaç arkadaşın olduğunun, kaç kişinin seni sevdiğinin bir önemi yoktur. Kavrayışımızı, kapasitemizi, kabiliyetlerimizi genişletmeye mecburuz.
  2. Kendimizin ötesinde bir amaca katkıda bulunmak: Kendimiz dışında birilerine yardım ve hizmet etmeye odaklanmak ve başkalarına destek sunmak.
Evet okur, benim için acı verici olan mı komik olan mı demeliyim bilmiyorum ama bu en önemli son ikinin hayatım boyunca farkındaymışım. Yani hiç bir yere tam uyamayışımın, her şeye (kader dahil) direnç gösterişimin, bitmek bilmez bir değiştirme ihtiyacımın temelinde bu farkında olmadığım, farkında olma hali varmış.
Adam çok hızlı konuştuğu için, hızla not aldım. Yoksa el yazım mikkemmeldir yani :)

Videoyu izlerken, yukarıda da bahsetmiştim GROW diye kocaman harflerle yazmışım, büyüme maddesini. Burası çok önemli çünkü, yukarıdaki 6 maddenin her insan için sıralaması farklı.
Benim ilk altım şöyle:
  1. Büyümek,
  2. Kendimin ötesinde bir amaca katkıda bulunmak,
  3. Belirsizlik,
  4. Aşk ve bağlantı kurmak,
  5. Önem,
  6. Kesinlik
(Aslında benim için ilk dördü 1 numara, önem 2, kesinlik 3 :)

Şimdi sıra sende, okur!
  • Sen, bu altı ihtiyaçtan hangisine en çok odaklanıyorsun?
  • Bunlara ulaşmak için (iyi ya da kötü) hangi yollara başvuruyorsun? Örneğin, ilişkinde, işinde, beslenme şeklinde, ezgersiz planında.
  • Büyümek ve kendin dışında bir şeylere katkıda bulunabilmek için neler yapabilirsin?


Soruları, Tony Robbins'in sitesinden aldım:

Videoyu izlemek isteyenler dıklasın. 
tavsiye ederim,
kuvvetle,
d