29 Kasım 2015 Pazar

Sizin hiç barış Elçi'niz öldürüldü mü?

22 Kasım 2015 Pazar.
Yolcu uçağımız F-16ların yanından hızla geçerek, yanaşıyor yeni hava alanının otoparkına. Bagaj almaya giderken üzerinde sabitlendiğimiz yürüyen merdivende, burnumuza buram buram 'yeni bitmiş inşaat' kokuları çalınıyor. İn cin top oynuyor desem, onlar da yok ortada sanki. Birkaç rent a car bürosu, ne olduğunu anlayamadığımız bir bekleme odası, o kadar. Eyvah, para çekecek makine de yok, e taksiye nasıl binecez? 
Şoföre derdimizi anlatıyoruz, diyoruz, belediyenin spor tesislerine gideceğiz ama bir atm makinesinden geçebilir miyiz? 
Az durakladıktan sonra,
-Siz geri dönmeyecek misiniz? diyor
-Yok inecez gittiğimiz yerde, kardeşim bizi bekliyor.
Az daha duraklıyor,
-Onu demiyorum, hava alanına dönmeyecek misiniz?
-(Gülüyorum) Bir hafta burdayız daha
Kaşları normal güzergahtan sapmak istemediğini anlatırcasına çatılıyor,
-Yauw olsun, bir hafta sonra verirsiniz parayı!

Diyarbakır'a hoş geliyoruz!

Koşuyolu Parkı, 22 Kasım Pazar

Taksideki yolculuğumuzun ilk beş dakikasında etrafta hiç bayrak görmememiz iyiye bir işaret oluyor. 'Hah' diyorum, 'Bir hafta detoks yapacağız'
Peşinen arınıyorum.
İnşaatların, konutların adları bize, başka bir ülkeye geldiğimizi müjdeliyor. Bedirhani İnşaat, Bahoz 4 sitesi, Mezopotamya Konutları, vs.
Hiç bir siyasi partinin, hiç bir liderinin, apartman boyu bez afişleri görünmüyor ortalıkta. Bu kentten yüzde seksen oy çıkaran da dahil.
Oh be, ediyor gözlerim.
Kardeşim Hilal'ın yedinci kattaki dairesi Koşuyolu Parkı'nı görüyor. Çok değil otuz dakika sonra, tam ortasında parkın, otuz madde halinde, insan olmaktan gelen haklarımızı okuyorum bir anıtın siperinde.

Madde 1
Bütün insanlar hür, haysiyet ve haklar bakımından eşit doğarlar. Akıl ve vicdana sahiptirler ve birbirlerine karşı kardeşlik zihniyeti ile hareket etmelidirler.

Nedenini bir hafta sonra anlayacağım ve ayaklarım yere çakılı vaziyette bakıyorum anıtın birinci maddesine, ve ayıramıyorum gözlerimi bildirgenin gövdesinden. Jeff'in hadi gidelim hissine daha fazla direnemiyor dizlerim ve ayrılıyoruz huzurundan eşitlik ve hürriyet ilkelerinin.
İkibin on yılında, üç kişi olarak yaptığımız üç günlük gezide keşfettiğimiz Heft Reng* mağazasının bir subesine tesadüf ediyoruz biraz ilerde. Yirmi lira vererek çok önemli bir bilgi satın alıyoruz beyaz bir tişörte basılı siyah harflerle,

Aqlê sivik
Barê giran**

On beş kasımda başlayan tiyatro festivalinin son günü olduğu geliyor hatırıma. Geç kalmamak için hızlıca bindiğimiz minibüsün peşine, bir dakika evvel az geride park vaziyetinde bekleyen akrep model askeri jip takılıyor ve bir gaz fişeği arabamızın altını yalıyor. Şoförümüz, gaza basıyor ve herkese, varsa açık camlarını kapatmalarını salık veriyor.
Saatler yediyi gösterirken belediye binasının arka tarafında bir salonda Mezopotamya Dans adında bir grubun, Leyla adında tadı damağımızda kalacak performansını izlemeye başlıyoruz. İçerisi tıklım tıklım ve biz bu yıl da üç kişi, ayakta ama stratejik bir yerden görüyoruz sahneyi. Bu jeopolitik konumda, bu kalitede bir etkinliği kişi başı üç liraya mal ettiğimiz için hem belediyeyle hem de kendimizle gurur duyuyoruz.
Silahların ve çatışmanın gölgesinde, olacak mı olmayacak mı derken gerçekleşen festival 'bu coğrafyanın yeni dönem gerçeğine işaret ediyor' diye geçiriyorum içimden:
Kurşunlarla Dans
**
İlk günümüz kalan günlerimize dair bir fikir veriyor. Ertesi gün annemle teyzem katılıyor gezimize. İngilizce bilenler şu linkten tüm detayları okuyabilir:
http://istanbulgibbs.blogspot.com.tr/2015/11/diyarbekir-diaries-deftera-rojaneye.html
**
Tüm hafta boyunca, diyebilirim on blog yazısı çıkaracak kadar, duygu-düşünce-tecrübe deryasında yüzüyorum ama elim kaleme gitmiyor.
**
İstanbul'a zorunlu dönüş yapacağımız günün sabahı kardeşimde bende ve eşimde, güneşli bir Cumartesi sabahının bile sıfırlayamayacağı bir hüzün var. 
Kimseye, kendimi, fikirlerimin neden öyle değil de böyle şekillendiğini, devlete ya da dünyaya aldığım konumun geçmişte saklı şifrelerini izah etmek zorunda olmadığım bu yeri;
Barış Çay Evi'ni, Barış Cafe'yi, Barış Apartmanı'nı saklayan bu şehri; 
Bulutları kucaklayacak kadar kalbi geniş Dicle Nehri'ni;
Unesco'nın insanlık mirası bellediği Hevsel Bahçelerini;
Anadilimin nakşedildiği dükkan ve tabela isimlerini;
Domates gibi domatesleri ve insan gibi insanları;
Menengiç ve Kürt kahvesini;
Bazalt taşlarından bina edilmiş Sur içini;
Ahmet Arif'i, Cahit Sıtkı Tarancı'yı;
Sülüklü handa içtiğimiz en güzel şarabı nasıl bırakacağım geride...
Dicle Nehri, On Gözlü Köprü Yanı

Kahvaltıdan kalkıp valizleri kapatıyorum ve bir haber okuyorum tvnin alt yazı şeridinde:
'Tahir Elçi hayatını kaybetti' şeklinde
ve donuyorum olduğum yerde.
Hava alanı taksisinde, 
dikiz aynasından bakarak birbirimize 
ağlıyoruz dişsiz şoförümüzle.


29 Kasım 2015 Pazar.
Yüz binler sel olmuş akıyor Diyarbakır caddelerinde. Bu halk, aklına ve hayaline gelen herkese ve her yere izahını yapmaya çalıştığı Barış'ın en büyük elçilerinden birini taşıyor insan ırmağının orta yerinde, tabuttan bir sal içinde. Yoksul apartmanlardan, karanfiller atılıyor kalabalığın üzerine ve alkışlar yankılanıyor V yapılmış parmaklar eşliğinde.
Kasvetli bulutlar ve soğuk yağmurların gölgesinde, simsiyah bir nehir olmuş akıyor insanlar Koşuyolu Parkı'nın içine. 
Zaman duruyor İnsan Hakları Anıtı'nın önünde.
Bu ölümün anlam ve acısını yüksek sesle söylemek isteyenlere
mikrofonlu bir kürsü kurulmuş, 
benim bir hafta önce ayaklarımın çakılı kaldığı yere.
Memleketimde, 
insan olarak doğana düşen otuz maddelik hak ve hürriyetlere 
sırtını dönmüş devlet ve ölüm kol gezmekte,
ensemizde,
d
Koşuyolu Parkı, 29 Kasım Pazar


*Yedi Renk
**Hafif akıl, ağır yük

19 Kasım 2015 Perşembe

Duygular Kargoya Verilir mi?

Canım okur,
Bir kaç saniye evvel fark ettim, bu sayfanın kapsama alanında epey bi enerji var. İnan, ekrandan taşıp kalbime ulaşıyor. Yazı ne kuvvetli bir şey ya, ben bi düşünceyi yontup koyuyorum vitrine, sonra onu alıp inceliyor, törpülüyor yorumluyorsun sen, yerine bıraktığında o artık benden ve senden çıkmış, bana ve sana dair bir parçaya dönüşüyor. Yani buraya kalbinden ne bıraktıysan onların hepsi yüreğimin yanında kendine yer açıyor. Yani hislerin, çatlağını buluyor.

Kafamda bir birine bağlanma ve sana ulaşma ihtiyacı duyan dört beş konu var bakalım becerebilecek miyim uc uca eklemeyi. Giriş kağıdım, 0.5 uç kutum, suyum, püskevitim ve heyecanlı parmaklarım masanın üzerinde. Hele bakalım bu sınavı geçebilecek miyim?
Vira bismillah!
**
On yedi kasım, saat on dört otuz. Öğlenin tam çatında ders isteyen dünyalar tatlısı İtalyan öğrencim Stefano, dürüm ve ayranını afiyetle götürdü karşımda. Asistanının yemek teklifini reddettim, geç kahvaltı yapmıştım netekim. (Dedemin tabiriyle, netekin :)
Bi ara bahsetmiştim ya içimde organik navigasyon var diye, kesin atalarım çok iyi avcılar ve iz sürücüleriydi ve bana da o genleri aktardılar ve o yol bulma yetisi oradan geçti zannımca. Genelde, işaret parmağımı sanal bir şekilde ıslatıp, sanal bir şekilde havaya kaldırıyor ve o salaş ve şirin çaycı, o gizli ama leziz lokanta ne tarafa düşer hissedebiliyorum. Fakat o on yedi kasım günü ne kadar ıslattıysam, rüzgar, parmağıma hiç bir bir yönden vurmadı. Nereye baksam koyu mavi camlı plazalar görüyordum. Derken dörtel döner diye bir yere girdim. Hiç kanım kaynamadı ama bi iskender söyledim, yemek güzeldi hesabı istedim. Pos makinesinin kenarına sıyırdıktan sonra kartımı atar gibi masanın üzerine bıraktı garson kılıklı dana (danaları çok severim aslında, niye öyle dediysem). O an başımdan aşağı kaynar sular döküldü, ben yanlış gördüm diye düşündüm (zaten bu ülkede canlı yayında soykırım da yapsalar, ben yanlış görüyorum, diye düşünmek işimize geldiği ve böylece tepki vermek yükümlülüğü ve başımızı belaya sokma riskinden kurtulduğumuz için, bir kedi görmedim sanki modunda devam ediyoruz hayata). Sonra fişi kopardı, kopardığı yerden düşürürcesine bıraktı masaya, arkasını dönüp gitti. Ben halen, afiyet olsun desin filan bekliyorum. Hay bu bizim gerzeklik içerikli uslanmaz naifliğimiz...
O anı hayal et okur, ediyorsun gerçi biliyorum. Adam ağır çekimde benden uzaklaşıyor, siyah pantolonu, beyaz gömleği, patates kafasının üzerine emanet oturtulduğu bir altmışlık bedeni ağır çekimde flulaşıyor kadrajımda. Güzümü ondan ve kalp çarpındımdan alamıyorum. Hayır, bu sefer, içimde aşırı şekilde hissedilmeyi bekleyen, utanma ve öfke duygusunu görmezden gelmiyorum, bekliyorum çatlayana kadar utansın içim, sinirlensin. Gözlerim ufukta halen, bak orayı ihmal etmiyorsun dimi, canlandırma yaparken?
Gidip adamın kendisiyle konuşsam ne diyecem, sen fişi ve kartı niye elime vermedin, bana niye afiyet olsun demedin mi diycem :) Bu senaryoyu düşününce biraz gülümsüyorum ama içimdeki baraj, kapakları zorlamaya devam ediyor. Kasadaki adama gideyim diyorum, suçu olmayana patlanır gerçeğini bildiğim için, günahsız birine gitmekten vazgeçiyorum. 'Bu restorandan, bu hislerimi adresine teslim etmeden ayrılmayacağım' diye söz veriyorum kendime. Sonra aşağıdaki emaili yazıyorum.
Net okunmuyor kusura bakma, uğraştım, daha görünür yapamadım

Sonra ne oldu?
Efenime söyleyim, gondert tuşuna baş barnağımı bastım, tuvalete gittim, bi posta da orada rahatladım, ceketimi sol dirseğimin içiyle bedenime kilitleyip, arınmış bir ruh haliyle adım attım dışarıya. 
**
Uzun zamandan beri, ifade edilmeyen duygular, sahibine teslim edilmeyen hislerle ilgili bir yazı yazmayı düşünüyordum zaten. Dün akşam Yağmur'la tünelde bir çaycıda o ıhlamur ben çay içerken konuştuklarımız konunun önemini bir kez daha fark etmemi sağladı. 
**
Ankara katliamından sonra, erteleme müessesesini (evet, insan evladının en köklü müessesesi) yaşamımdan  koparıp atmak istediğim bir süreç başladı. Henüz bombalarla havaya uçmamışken, Ezgi'ye onu çok sevdiğimi, Edibe'ye bir kaç yıldan beri bozulduğum ama yansıtmadığım şeyleri, ve daha nicelerine nice şeyleri ve bundan sonra kime ne hissedersem söylemem gerekirdi. Netekin başlattım bu süreci. Gerçekten de Ezgi'ye onu çok sevdiğimi ve Edibe'ye iki bin bir yılında başlayan dostluğumuzun beni zorlayan yanlarını tüm içtenliğimle söyledim. Bildiğim kadarıyla dünya yıkılmadı. O gün bu gündür pek çok kez, öfkemi, heyecanımı, üzüntümü, şaşkınlığımı, sitemimi, memnuniyetimi, sükunetimi, korkumu, hayretimi, gözyaşımı, kahkahamı, gururumu, merakımı, ve daha aklına ne kadar duygu gelirse bunların hepisini, her kim bu hislerin oluşmasına sebebiyet verdiyse o insana teslim etmeyi denedim, deniyorum, sanırım kısmen başarıyorum.

Güzel okur, 
Biliyorum, kalbini kırıp duran o adam, ya da bir türlü açılamadığın o kadın, seni sevmediğini sandığın baban, ha bire seni eleştiren annen, seni hiç aramayan arkadaşın, sana bir türlü nasılsın demeyen, derdini dinlemeyen dostun, hiç sana teşekkür etmeyen patronun, selamını almayan kasiyer, sana seni sevdiğini hiç söylemeyen sevgilin, beş yıl önce kalbini kırmış abin, on yıl önce ettiğin kavgada o içinden geçen küfrü edemediğin iş arkadaşın... Ve yer yüzünün üzerinde, gökyüzünün kubbe içinde biriktirdiğin yıllandırdığın fermente ettiğin ne kadar düşünce veya duygu varsa onları düşün şimdi, o anları, o insanları, içine girdiğin duygu sellerini düşün.

Kalbinde ve beyninde yazdığın, kapağını yalayıp kapattığın, üzerine de adresleri yazdığın o mektupları eğer zamanında ve sahibine teslim etmezsen, zarflar içinden hiçbir yere gitmeyecek bunu bil. İlk günkü tazeliğinde kalacak ve dalından yeni koparılmış kadar yeni ve diriliğine çok şaşıracaksın yıllar sonra bile.

Siyah pantolonlu garsonlara olan öfkeni, kasadaki güleç kadınlara istediğin kadar patlat.Defalarca ama, gece ve gündüz, defalarca. Hiç bir işe yaramayacak. Bir kalp kırmayım derken çok yürek yoracaksın bilesin. 

Ciğerlerinden türeyen bir pınar varsa ve çağıldamak istiyorsa sen onu yanlış yataktan akıttıramazsın.
Bırak suyun içine atlasın haylaz, sabırsız, mutlu, aşık, masum, kötü duygular, dökülsün bir müddet şelaleler formunda, seyret sen tüm bu olanları sabırla ve nihayet durulduğunda berraklaştığında sular ve sen görebildiğinde taaa dipteki yuvarlak taşları o zaman bırak,

Su çatlağını bulsun, 
sahibinde,
d

6 Kasım 2015 Cuma

Kariyer Navigasyonu

Güzel okur,
Seçimlerden bu yana beş gün geçti. Üç gün, kendime verdiğim resmi yas süresiydi zaten, kalan ikiyi de hafta sonuyla birleştirdim, uzun bir psikolojik tatil oldu, anlayacağın. Hayatımda ilk kez seçim sonuçlarına bakmadım. Bingöl'ün Yayladere ilçesinde, İstanbul'un Çamlıca semtinde hangi parti ne kadar oy almış ilk defa merak etmedim. Halen de bilmiyorum.
Dün, gündüz, epeydir kafamı meşgul eden bir konuyu kuzenim Yağmur'a açtım. Dünyanın en iyi dinleyicisi, en güvenilir dert ortağıdır kendisi. Ailemizin kara kutusudur bir nevi.
Konuşmamız, hayat kurtarıcı oldu.
Akşam olunca da, insanın, artık çocuk olmadığını fark ettiği nadir anlardan birinde buldum kendimi,
Aldım karşıma J'yi, konuştuk bizi bekleyen muhtemel geleceği.
Gözünün üzerindeki kaştan dolayı insanların tutuklanabildiği ya da öldürülebildiği
bir ülkede bizi bekleyen olası sonlar nelerdi,
sakin, olgun, gerçekçi bir biçimde netleşti.
Üç haftadır içimi kavuran sıkıntı, final sınavı öncesi stresine benzer mide krampları ve baş dönmeleri bitti.
Uyudum dün gece, uykumda hiç delik yoktu.
                                       


Sabah, saatimizin alarmı beş kırk beş itibariyle öttüğünde, ben derinlerde bir rüya izlemekteydim. 
Tek başıma oturuyorum Moda Sahnesi'nin cafesinde, demleniyorum yalnız başıma, rakı masasında :)
Sonra Mert Fırat geliyor, acaip yakışıklı ama,
Diyor, biz de az ilerde içiyoruz, gelsene yanımıza :)
Yok diyorum sizi rahatsız etmeyim, ben böyle iyiyim baya. :)
Evet, rüya görmeye, ve saçma rüyalar görmeye başlamaktır hayatın normale dönmesi bir anlamda, 
haydi hoş geldim, sıradan hayatıma!

Artık otomotik pilotta gerçekleşen eylemler dizisi, 
Jnin iş kıyafetlerini dolaptan çıkarmam, ayağıma dün gece yatarken çıkardığım çorapları geri giymem, pencereyi açıp Venüs'ü aramam, depderin bir nefesi içime çektikten sonra, ciğerlerimde hava tahlili yapmam, bugün hava soğuk olacak diye düşünmem, vs.
Bunlar hep evimizin, bir birini takip eden, zombivari şafak düzeni.
J duştan çıkıp giyindi, her günkü gibi sol eliyle sol böbreğimden kavrayıp, alnımın sağ boynuz yerinden öptü ve oturdu kahvaltısına.

Ben bi ara mutfaktan çıktım, az sonra geri döndüm, gömleğinin kol düğmelerini ilikliyordu sandalyesinde ve gömleğinin kol düğmelerini ilikliyor ise benim eşim, havalar soğumuş demektir. Sol omzunun üzerinden, ağzındaki kızarmış ekmeği kıtırdatmaya devam ederek bana baktı ve bir süre bakıştık öyle. Saniyenin, diyebilirim beşte biri kadar kısa bir süre geçti geçmedi;
-Bişey mi lazım canım, dedim.
-Yooook, dedi. (her şey yolunda tonlamasıyla)

Saçlarını kurutmadığını fark ettim ve banyoya gidip kurutma makinesiyle geri döndüm.
O an kafamda bir lamba yandı, benden ne yaman garson olurdu diye düşündüm. Bu fikir beni o kadar heyecanlandırdı ki, anında kafamda bir blog yazısı tasarladım. Dur dedim bu eğlenceli düşünceyi, morali bozuk dostlarla paylaşayım açılsın içimiz, iki dakka.

Nedenlerini sıralayalım, ard arda:

Empati:
Bi kere empati yeteneğim korkunç yüksek. Kendimi birinin yerine koyup onunla birebir özdeşleşebiliyorum. Misal kan tutuyor beni, yani o anlarda bedenim, kanayan yeri vücudumda bir yer sanıp, sistemi kapatıyor, bayılıyorum. O derece düşün :) Ve bir insan ne bekler, ne düşünür, neden öyle değil de böyle davranır bunları tamamen anlayabiliyorum. Yargılamadan önce, o insanla birebir aynı süreçleri yaşadığımı düşünüyor sonra bir fikre varıyorum. Hatta çoğu zaman, o insanın, bana doğru gelmeyen, o sonucuna varıyorum ben de :)

Sabır:
Allah bana bir sabır vermiş, dostlar başına. Ama itiraf etmem lazım, eza ve sıkıntı karşısında çok başarılıyım, basit ve sıradan konularda sabırsız olabilirim. Sipariş verirken istedikleri kadar düşünsünler, beklerim.
Türklerle sorun olmaz, Papua Yeni Gine'ye de gitseler döner ayran isterler :) Diyelim Amerikalı bir müşteri geldi, (ki Amerikalı müşteriyle muhattap olana bol şanslar), bir kere, altmış iki dakika menüyü inceler, ne nedir, neyin içinde ne var ne yok, ıncığını cıncığını araştırır sorarlar. Araştırmacı müştericilik konusunda üzerlerine yoktur onların. Olsun, yüzde kırk dokuz buçukla terbiyelendi bünyemiz, ona da katlanırız!

Çoklugörev (Multitasking):
Önceki yazılardan bilirsin, sarımsak dövüp aynı anda çorba karıştırabilen bi insanım, hem sipariş alır, hem yan masanın içeceği bitti mi diye kontrol eder, hem kapıdan yeni giren müşteriye masa işaret eder, hem de akşam okuyacağım kitap için heyecanlanabilirim :)

Süprüzcülük:
Tanıyanlar nasiplenir, hediye vermeyi çok severim. Kafam yedi yirmi dört sevdiğim insanlarla meşgul olduğundan, bir dükkanda ya da sokakta beğendiğim şey o an kafamda kim yer ediyorsa onla eşleşir. Şaşırtarak hatta şımartarak mutlu etmek için benim de nasıl işlediğini bilmediğim, hiç bozulmadan çalışmaya devam eden özel bir üretim hattı var içimde. Müşteriye öyle bi süprüz yaparım ki ömür boyu unutamaz valla :)))

Güleryüz:
İstanbul'da yaşayanların sırf bunun için bana  bahşiş yağdıracağına eminim. Dünyanın en mutsuz servis elemanları bu şehirde çalışıyor zira. 

Göz ve enerjiyle konuşma:
Bu kısmı okuyanları korkutmak istemiyorum ama genelde insanların dudaklarıyla söylediklerini değil, yüzleri ve bedenleriyle anlattıklarını dinliyorum. Bu, kendini arama sürecinde tavan yapmış bir yeteneğim. Zaten feodal bir kültür ve büyük bir aileden geldiğim için, idrak, karakterimin ve yaşamımın önemli bir parçası. Neye ihtiyaç duyuluyor veya duyulabilir veya duyulacak konulu tartışma programı, kafamdaki televizyonun gün boyu devam eden bir yayını. 
İnsanların bedenlerinden yayılan enerjiyi de okuyabiliyorum. Radarım, mutsuzluk ve gerginlik ölçümünde çok kesin sonuçlar veriyor özellikle. Restorana adım atan müşterinin, attığı işte o adımdan ruh halini çözebilirim diye düşünüyorum. Hemen kendisine bir bomonti filtresiz öneriyorum, oluyorum bitiyorum. :)

Aslında bi dolu başka şey daha ekleyebilirim ama uzatmaya gerek yok çünkü bağlamak istediğim başka bir yer var konuyu.
Blogun bu bölümü, hayatımın devam eden kısmında dümeni ne tarafa kıracağımla ilgili ya, o yüzden iş güç meseleleri de önemli tabi. 
Şimdi, insanlar kariyer ya da meslek ya da meşguliyet hayalleri kurarken hep CEO olmayı filan düşünürler. Yani çok önemli, çok para kazanılan, çok az insanın ulaşabildiği, gıptayla bakılan filan bir iş hayal eder çoğu kişi. Ben de onlardan biriydim. Bu hedef biçim değiştirdi ama önemli ve zoru başarma isteği baki kadı. Oscar konuşma provamı halen kafamda çeviriyorum ne olur ne olmaz diye :) 
İşte bu sabah, hepiniz uyurken, evin koridorunda, heyecandan içimin içime sığmamasına neden olan gerçeklik, o sanki çok zormuş ve çok uzakmış gibi görünen ve nihai tatmini ve dolayısıyla başarıyı ve dolayısıyla kazanımları getirecek pozisyon ya da iş adına ne dersen, sana, sadece bir tercih uzaklığında olabilir. Ya da bana. Yani belki kafanı, yani belki kafamı, gökyüzünde üzerinde bir gün uyumayı düşlediğimiz o buluttan indirip, gözümüzün önündeki kanepeye çevirirsek bizi daha rahat ve kaliteli bir uyku ve daha tatlı bir düş bekliyor olabilir.

Belki de göreceğimiz düşün özlemini çekmekten, uyumayı unutuyoruzdur. 
Belki korkular, 'ne der?'ler, 'ya beğenmezse!'ler, 'ya beni ayıplarlarsa!'lar, 'bendeki malzeme neye elverişli?' sorusunun önüne geçiyordur.
Belki kimsenin kimseyi yaptığı işten, kazandığı paranın miktarından dolayı yargılamadığı bir şehre iltica etsek, okuduğumuz o okullar, çalıştığımız o dersler, ezberlediğimiz o dualar ve şimdiki zamanda çekimlediğimiz o fiilerin hiç birine gerçekte ihtiyaç duymadığımızı fark edeceğizdir.

ferahlamayla,
d

Bu yazıyı bitirip, havalandırmak için camını açık bıraktığım yatak odasına gittim. Yatağı toplarken, Fulsen Türker'in garson ve mutlu yazısı geldi aklıma. Şiddetle tavsiye ederim:

2 Kasım 2015 Pazartesi

Yalnız Meşeler ve Devam Eden Hayat

Okumaya başlamadan önce en alttaki videoyu çalıştırmanı tavsiye ederim

Seçici okur,
Direk söyleyim, hiç tadım yok. Yaklaşık iki saattir amaçsız bir biçimde yürüyor(d)um.
Tek çare içimde sıkışmış duyguları genel bir afla dışarı çıkarmakta bu sayfaya,
ha gayret...
Dün, okul sorumluluğu yaptığım seçim çevresinden ayrılıp, oy kullanacağım sandığa doğru yürürken önüme düşen palamut, burda şimdi, klavyenin sol yanında.



Yatağa sürüklediğimde aşırı yorgun bedenimi dün gece, asker uğurlamalarını, derbi karşılaşmalarını solda sıfırlayacak bir korna ve gürültü kirliliği vardı dışarıda. Perdeleri iki kat kapatmak, gözlerimi uyku gözlüğüyle örtmek fayda etmiyordu. Tek çare rüyaya yatmaktı.
Gece, komşunun saati dört kere gongladığında uyandım, bu sefer peşpeşe silah sesleri, havai fişek gibi geliyordu sesleri. 
Çok sevdiğin biriyle çok büyük bi kavga ettiğinin gecesi uyanırsın ya, zamanı tersine çevirmek istersin, o son sözü geri almak hani
öyle bir tat var damağımda,
çaresiz uyuyorum geri.

Sabah gözlerimi açtığımda, ilk, güneşin doğmuş olması şaşırtıyor beni,
oy yüzdelerine rağmen, hayret.
Ruhumda, çok acı, çok çiğ, çok ekşi, çok kuru, çopçok kekremsi bir tat var. 
Yıkasam diyorum belki geçer, duşun altına giriyorum. 
Temizlenmeğe devam ediyorum, hayret.

Ondaki dersimi iptal mi etsem diye düşünürken, hazırlanıyorum.
Kapıcı, daireleri gezip, asansörün dört gün kullanım dışı kalacağını haber ediyor.
Onunla selamlaşıp, apartmandan çıkıyorum, 
Çantamı yukarıda bırakmışım, 
                                            geri dönüyorum.

Köşeyi dönünce görüyorum ki,
iki Kürt usta, apağır aksanlarıyla, tıknaz ve aptal teknikere elektrik hattının niye onun dediği yerden geçemeyeceğini anlatmaya,
bir diğer genç arabadan demirleri indirmeye,
özetle, inşaat yükselmeye devam ediyor.

Durağa vardığımda, turkuaz başörtülü güzel kadın, beyaz kulaklıklarından müzik dinliyor ve
Üsküdar minibüsünün mavi şapkası yerinde duruyor hayret.
İki virgül yirmi türk lirası uzatıp, oturuyorum.
Selamsız'da papatya suyuyla saçları açılmış pejmürde genç kız, yürümeye devam ediyor kirli-bej anorak montuyla,
Dünyanın en saçma park noktası, iki şeridin bildiğin ortasında yine bir araç duruyor.
Minibüsten inenler, otobüse binenler, dünyanın en mühim insanlarıymış gibi en önden gitmeye çalışıyor yine, dün yaptıkları gibi.

Sahilde,
tam önümde yürüyen ve lacivert kotunu kırmızı montuyla kombinledikten sonra sarı çantasını sağ eline almış karamel saçlı bir kadın yürüyor ve
kadının öğle yemeğinin yanına servis edilecek itimat marka ayranları
yanımdaki adam, dikine model el arabasıyla  taşıyor dönerciye.
insanlar yemek yemeye devam ediyor,
ona da hayret.

Kaçmasın diye iri bir halatla kıyıya bağlanmış Kabataş motoru, yukarı aşağı sallanıyor ve mavi bir çakmak suya mükemmel bir diklikte yeşil suyu kirletiyor.
Az ilersinde beyaz deniz anaları her zamanki yerlerinde besleniyor,
ve plastik yoğurt kabı,
boğazın olmazsa olmazı.
İçeri geçmeden önce alt katın balkon demirlerine dayanıp iskeleyi inceliyorum. Martılar ve aralarına sızan bir güvercin kahvaltı telaşında.
Yüzümü suya çevirdiğimde, yüzlercesini görüyorum, 
gamsız
avlanma devam ediyor.

'Kabataş' anonsu geldiğinde, başımı, bir adet okul içi, bir adet okullar arası olmak üzre iki whatsapp grubundaki seçim yazışmasından kaldırıp karşıya bakıyorum. Dersin başlamasına on beş dakika var ve ben belki ömrümde ilk defa yanlış motordan iniyorum,
taksiye atlayıp, doğru yöne ilerliyorum.

Taksimetre çalışıyor,
hem de sarı arabada en kaygısız roman müzikleri çalıyor,
araya bir de Sibel Can'ın yeni cover şarkısı giriyor.
İnsanlar cover yapmaya da devam ediyor, 
haphayret.

Bir buçuk saat sonra, iki havalı ve tulumlu genç erkeği, bina önündeki elektrik kutularını resimlerken görünce,
resim yapmaya devam edenlere şaşıyorum.
Doğru vapurla Kadıköy'ün yolunu tutuyorum.
Çııayy isstiyennnn? diye sormaya devam ediyor gezici garson.
Bir gitar ve bir kemandan mütevellit deniz müzisyenleri ürkek adımlarla olay yerine yaklaşıyor, Drama Köprüsü'nü çalmaya başlıyor.
Haydarpaşa garı yerinde duruyor, hayret.
Akbank ATMsi bozuk, ATM'ler bozulmaya devam ediyor,
Başka bir banka, para çekme makinesi indirtiyor kamyonetin arkasından.

Azgın sevgili, kız arkadaşının yüzüne aptal bir ifadeyle bakmaya, 
ve aklından geçenleri saklamaya çalışıyor
ve parfümeriler kozmetik satmaya devam ediyor hayret.

neredeyse tek örnek giyinmiş dört genç çocuk yanımdan geçiyor,
çete usulü gezme modası var olmaya
röfleli saçlarını alelade toplamış, siyah eşofman mor spor ayakkabılı genç annenin önündeki bebek arabası ilerlemeye,
ve o an dünyaya giriş yapmış merakıyla etrafı inceleyen, 
bereli bebek yaşamaya devam ediyor.

Devlet tiyatroları Kasım'da da oyunlarını oynamaya,
Flüt sesleri Haldun Taner'den yükselmeye,
Çingeneler iki elleri ceplerinde çiçek satmaya
ve kalabalıklar ortasında bir kenara sığınmış genç kızın gözleri dolmaya devam ediyor.

Bir benmişim gibi geliyor, takviminde bir kasım yaprağı asılı kalan;
bir daha acıkmayacak, bir daha şarkı çığırmayacak, bir daha yürümeyecek, bir daha dokunmayacak, bir daha yaşamayacak gibi hisseden gerçekten bir ben miyim?
O uçsuz bucaksız tarlanın ortasında, o uzak dağın tepesindeki inadına yeşil meşe ben miyim bi tek?

Hayır, bu yazıyı okuyanlar ya da bu satırlar gibi hisseden milyonlar var biliyorum.

Bahariye Caddesi'nde çantalar, ayakkabılar, şallar salınmaya devam ediyor vitrinlerde.
Çıtır simit yine kokuyor mis gibi. 
Güneş hep bu yokuştan yukarı çıkarken mi ışıldar?
İnsanlar dedikodu yapmaya devam ediyor ve aralarında gülüşmeye.
hayret acıkıyorum.
Yirmi lira versem bozabilirmisiniz, diyorum, bir pınar beyaz peynir bir de gevrek simit dolu şeffaf poşetimi sallayarak tırmanmaya koyuluyorum yolu yine.
İnşallah diyorum, çay ocakları da çay satmaya devam ediyordur.
Halk eğitim merkezinin karşısındaki gümüşçü, dükkanını 2 trilyona satmış, kahveci açılacakmış oraya. Kadıköy'de cafeler açılmaya devam ediyor.
Pasajın önündeki banka oturuyorum, açık, taze, şekersiz bir çay istemeye devam edebiliyor canım.
Karnımı doyurup nihayet dertleştiğimde bu sayfada dostlarımla, youtubeda bir şarkı çalmaya başlıyor:

Ağladıkça, ağladıkça, dağlarımız yeşerecek
Görecek göreceksin, ağladıkça, ağladıkça
Geceyi tutacağız, görecek göreceksin
Ağladıkça, ağladıkça güneşi tutacağız,
Görecek göreceksin