29 Kasım 2015 Pazar

Sizin hiç barış Elçi'niz öldürüldü mü?

22 Kasım 2015 Pazar.
Yolcu uçağımız F-16ların yanından hızla geçerek, yanaşıyor yeni hava alanının otoparkına. Bagaj almaya giderken üzerinde sabitlendiğimiz yürüyen merdivende, burnumuza buram buram 'yeni bitmiş inşaat' kokuları çalınıyor. İn cin top oynuyor desem, onlar da yok ortada sanki. Birkaç rent a car bürosu, ne olduğunu anlayamadığımız bir bekleme odası, o kadar. Eyvah, para çekecek makine de yok, e taksiye nasıl binecez? 
Şoföre derdimizi anlatıyoruz, diyoruz, belediyenin spor tesislerine gideceğiz ama bir atm makinesinden geçebilir miyiz? 
Az durakladıktan sonra,
-Siz geri dönmeyecek misiniz? diyor
-Yok inecez gittiğimiz yerde, kardeşim bizi bekliyor.
Az daha duraklıyor,
-Onu demiyorum, hava alanına dönmeyecek misiniz?
-(Gülüyorum) Bir hafta burdayız daha
Kaşları normal güzergahtan sapmak istemediğini anlatırcasına çatılıyor,
-Yauw olsun, bir hafta sonra verirsiniz parayı!

Diyarbakır'a hoş geliyoruz!

Koşuyolu Parkı, 22 Kasım Pazar

Taksideki yolculuğumuzun ilk beş dakikasında etrafta hiç bayrak görmememiz iyiye bir işaret oluyor. 'Hah' diyorum, 'Bir hafta detoks yapacağız'
Peşinen arınıyorum.
İnşaatların, konutların adları bize, başka bir ülkeye geldiğimizi müjdeliyor. Bedirhani İnşaat, Bahoz 4 sitesi, Mezopotamya Konutları, vs.
Hiç bir siyasi partinin, hiç bir liderinin, apartman boyu bez afişleri görünmüyor ortalıkta. Bu kentten yüzde seksen oy çıkaran da dahil.
Oh be, ediyor gözlerim.
Kardeşim Hilal'ın yedinci kattaki dairesi Koşuyolu Parkı'nı görüyor. Çok değil otuz dakika sonra, tam ortasında parkın, otuz madde halinde, insan olmaktan gelen haklarımızı okuyorum bir anıtın siperinde.

Madde 1
Bütün insanlar hür, haysiyet ve haklar bakımından eşit doğarlar. Akıl ve vicdana sahiptirler ve birbirlerine karşı kardeşlik zihniyeti ile hareket etmelidirler.

Nedenini bir hafta sonra anlayacağım ve ayaklarım yere çakılı vaziyette bakıyorum anıtın birinci maddesine, ve ayıramıyorum gözlerimi bildirgenin gövdesinden. Jeff'in hadi gidelim hissine daha fazla direnemiyor dizlerim ve ayrılıyoruz huzurundan eşitlik ve hürriyet ilkelerinin.
İkibin on yılında, üç kişi olarak yaptığımız üç günlük gezide keşfettiğimiz Heft Reng* mağazasının bir subesine tesadüf ediyoruz biraz ilerde. Yirmi lira vererek çok önemli bir bilgi satın alıyoruz beyaz bir tişörte basılı siyah harflerle,

Aqlê sivik
Barê giran**

On beş kasımda başlayan tiyatro festivalinin son günü olduğu geliyor hatırıma. Geç kalmamak için hızlıca bindiğimiz minibüsün peşine, bir dakika evvel az geride park vaziyetinde bekleyen akrep model askeri jip takılıyor ve bir gaz fişeği arabamızın altını yalıyor. Şoförümüz, gaza basıyor ve herkese, varsa açık camlarını kapatmalarını salık veriyor.
Saatler yediyi gösterirken belediye binasının arka tarafında bir salonda Mezopotamya Dans adında bir grubun, Leyla adında tadı damağımızda kalacak performansını izlemeye başlıyoruz. İçerisi tıklım tıklım ve biz bu yıl da üç kişi, ayakta ama stratejik bir yerden görüyoruz sahneyi. Bu jeopolitik konumda, bu kalitede bir etkinliği kişi başı üç liraya mal ettiğimiz için hem belediyeyle hem de kendimizle gurur duyuyoruz.
Silahların ve çatışmanın gölgesinde, olacak mı olmayacak mı derken gerçekleşen festival 'bu coğrafyanın yeni dönem gerçeğine işaret ediyor' diye geçiriyorum içimden:
Kurşunlarla Dans
**
İlk günümüz kalan günlerimize dair bir fikir veriyor. Ertesi gün annemle teyzem katılıyor gezimize. İngilizce bilenler şu linkten tüm detayları okuyabilir:
http://istanbulgibbs.blogspot.com.tr/2015/11/diyarbekir-diaries-deftera-rojaneye.html
**
Tüm hafta boyunca, diyebilirim on blog yazısı çıkaracak kadar, duygu-düşünce-tecrübe deryasında yüzüyorum ama elim kaleme gitmiyor.
**
İstanbul'a zorunlu dönüş yapacağımız günün sabahı kardeşimde bende ve eşimde, güneşli bir Cumartesi sabahının bile sıfırlayamayacağı bir hüzün var. 
Kimseye, kendimi, fikirlerimin neden öyle değil de böyle şekillendiğini, devlete ya da dünyaya aldığım konumun geçmişte saklı şifrelerini izah etmek zorunda olmadığım bu yeri;
Barış Çay Evi'ni, Barış Cafe'yi, Barış Apartmanı'nı saklayan bu şehri; 
Bulutları kucaklayacak kadar kalbi geniş Dicle Nehri'ni;
Unesco'nın insanlık mirası bellediği Hevsel Bahçelerini;
Anadilimin nakşedildiği dükkan ve tabela isimlerini;
Domates gibi domatesleri ve insan gibi insanları;
Menengiç ve Kürt kahvesini;
Bazalt taşlarından bina edilmiş Sur içini;
Ahmet Arif'i, Cahit Sıtkı Tarancı'yı;
Sülüklü handa içtiğimiz en güzel şarabı nasıl bırakacağım geride...
Dicle Nehri, On Gözlü Köprü Yanı

Kahvaltıdan kalkıp valizleri kapatıyorum ve bir haber okuyorum tvnin alt yazı şeridinde:
'Tahir Elçi hayatını kaybetti' şeklinde
ve donuyorum olduğum yerde.
Hava alanı taksisinde, 
dikiz aynasından bakarak birbirimize 
ağlıyoruz dişsiz şoförümüzle.


29 Kasım 2015 Pazar.
Yüz binler sel olmuş akıyor Diyarbakır caddelerinde. Bu halk, aklına ve hayaline gelen herkese ve her yere izahını yapmaya çalıştığı Barış'ın en büyük elçilerinden birini taşıyor insan ırmağının orta yerinde, tabuttan bir sal içinde. Yoksul apartmanlardan, karanfiller atılıyor kalabalığın üzerine ve alkışlar yankılanıyor V yapılmış parmaklar eşliğinde.
Kasvetli bulutlar ve soğuk yağmurların gölgesinde, simsiyah bir nehir olmuş akıyor insanlar Koşuyolu Parkı'nın içine. 
Zaman duruyor İnsan Hakları Anıtı'nın önünde.
Bu ölümün anlam ve acısını yüksek sesle söylemek isteyenlere
mikrofonlu bir kürsü kurulmuş, 
benim bir hafta önce ayaklarımın çakılı kaldığı yere.
Memleketimde, 
insan olarak doğana düşen otuz maddelik hak ve hürriyetlere 
sırtını dönmüş devlet ve ölüm kol gezmekte,
ensemizde,
d
Koşuyolu Parkı, 29 Kasım Pazar


*Yedi Renk
**Hafif akıl, ağır yük

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder