Yazıyı paylaşıp paylaşmama konusunda halen tereddütteyim.
Bu
satırları yazarken, dilim damağım kurumuş, dizlerimin bağı çözülmüş vaziyette.
Hikmetine vardığımı sandığım gerçek, yenilir yutulur cinsten değil. Bu bloga
başlarken, yolculuk dokuz ay on gün sürecek demiştim. Yani bir sırra ermek muradım,
dokuz ay on günde gerçekleşecek diye düşünmüştüm. Ama hayat dediğin
planladıkların dışında gerçekleşenler değil mi zaten?
Perşembe
günü, dersten sonra, İstiklal’e Mephisto Cafe’ye gittim. Canım müzik sesi,
kitap kokusu çekti. Emile Zola’nın Nana kitabını İngilizce olarak okumaya
çalışıyordum ama kitap o kadar eski bi basım ki, büyük ihtimal antik bi
Fransızcayla yazılmış ve dolayısıyla antik bi İngilizceyle çevrilmiş. Neyse
baktım kitabın biteceği yok, gideyim kitapçıdan Türkçesini bulayım, kalanını
öyle okuyayım diye düşündüm. Ama kitap yoktu orda. Aynı rafta diğer kitaplara
göz gezdirdim.. Germinal’e filan baktım, yok, madenci romanı kaldıracak
psikolojide değilim. Bir üst rafa baktım. Tolstoy kitapları. Bi tanesi gözüme
çarptı:
İnsan
ne ile yaşar?
Kitabın
arka yüzünde, şöyle yazıyor:
Tanrı, kendisine
verdiği emri yerine getirmekte duraksayan melek Michael’ı emirlerinin
arkasındaki hikmetleri anlayabilmesi için dünyaya gönderir. Melek Michael
olayların arka yüzünde neler olduğunu gördüğünde, “İnsanın içinde barınan
nedir?”, “İnsana verilmeyen nedir?”, “İnsan ne ile yaşar?” sorularının cevaplarını
yaşayarak öğrenir.
Kitap
127 sayfa. Bi solukta okudum zaten. Tüm gün kafamdan atamadım okuduklarımı.
İnsan diyor kitap, yanında kim varsa onun kıymetini bilmeli, onu önemsemeli
hele de yarın kimlerle olup kiminle olmayacağına dair hiçbir fikrin
yokken.
İnsanı
ayakta tutan sevgidir ve insan başkasının sevgisiyle yaşar, çünkü bu ona
verilmemiştir, bunu bir diğer kişiden bulması gerekir. Ve insan sevgiyle yaşar,
diyor.
İşte
tüm gün kafamda bunları çevirdim.
Cuma
sabahı yani bu sabah, sekiz buçuktaki dersim için metrobüsle Zincirlikuyu’ya doğru
ilerlerken, her zaman yaptığım gibi göğe baktım. Yol benim için gökyüzü demek.
Göğe bakmak demek.
Yolculuksa, uçan kuşlar. Ve önce hep göğe sonra kuşlara bakarım, onlarla uçarım, onlarla
yükselir alçalırım, onların bedenlerinde olmayı düşlerim, kendime gökten
bakmayı…
Yine, otobüsle aynı yöne doğru uçmakta olan bir grup martıya
bakarken, düşüncelere daldım. Ve dedim ki, Tanrı varsa, (ki tüm hayatım boyunca
onun olmadığına inandım ve bunu savundum) uçan kuşlarla özel bir bağlantısı
olmalı!
Ve
ilginçtir insan kendisini görmek isterse, ayna niyetine, göğe bakmalı.
(Yazarken
ellerdeki titrememsi uyuşma devam ediyor bu arada)
Metroya
aktarma yaptım, 07:29’da indim, varacağım yere doğru yürümeye başladım. Her
göğe bakışımda kendimi nasıl gördüğümü, aslında bi nevi her baktığım şeyin
içindeki ‘ben’i ya da ‘benden iz’i düşündüm. İçimde, ordan oraya sürüklediğim ‘ben’in
nasılda pür dikkat hayatıma tanıklık ettiğini. İçimde, hiç uyumayan,
dinlenmeyen, bıkmayan, yorulmayan bir tanık!! Her anı kaydeden, kalpte ya da
beyinde ne muhakeme devam etmekte olursa olsun, bir doğruyu bilen, söyleyen,
bazen adına vicdan bazen de ‘içimden bi ses’ denilen….
Sol
kolumun dirseğinden aşağı sarkan deri ceketime baktım, sağ kolumdan asılı kol
çantama, sol elimde ağırlığını hissettiğim laptopuma, yürüyen merdivenlere
adımımı attım, sağ duvarda Vodafone reklamı. Bunların tümü bir anda ağırlığını
kaybetti, o an sanki yükseldim, hafifledim, yerçekimi kayboldu, reklamlar,
arabalar, bedenler bulanıklaştı, sesler kesildi. Ve kafamda bir cümle belirdi:
Ya
içimde benle her yere gelen bu amansız tanık, Tanrı’nın ta kendisiyse!
d
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder