17 Ekim 2014 Cuma

İçimdeki Tanık

Yazıyı paylaşıp paylaşmama konusunda halen tereddütteyim.
Bu satırları yazarken, dilim damağım kurumuş, dizlerimin bağı çözülmüş vaziyette. Hikmetine vardığımı sandığım gerçek, yenilir yutulur cinsten değil. Bu bloga başlarken, yolculuk dokuz ay on gün sürecek demiştim. Yani bir sırra ermek muradım, dokuz ay on günde gerçekleşecek diye düşünmüştüm. Ama hayat dediğin planladıkların dışında gerçekleşenler değil mi zaten?
 
Perşembe günü, dersten sonra, İstiklal’e Mephisto Cafe’ye gittim. Canım müzik sesi, kitap kokusu çekti. Emile Zola’nın Nana kitabını İngilizce olarak okumaya çalışıyordum ama kitap o kadar eski bi basım ki, büyük ihtimal antik bi Fransızcayla yazılmış ve dolayısıyla antik bi İngilizceyle çevrilmiş. Neyse baktım kitabın biteceği yok, gideyim kitapçıdan Türkçesini bulayım, kalanını öyle okuyayım diye düşündüm. Ama kitap yoktu orda. Aynı rafta diğer kitaplara göz gezdirdim.. Germinal’e filan baktım, yok, madenci romanı kaldıracak psikolojide değilim. Bir üst rafa baktım. Tolstoy kitapları. Bi tanesi gözüme çarptı:
İnsan ne ile yaşar?
Kitabın arka yüzünde, şöyle yazıyor:

Tanrı, kendisine verdiği emri yerine getirmekte duraksayan melek Michael’ı emirlerinin arkasındaki hikmetleri anlayabilmesi için dünyaya gönderir. Melek Michael olayların arka yüzünde neler olduğunu gördüğünde, “İnsanın içinde barınan nedir?”, “İnsana verilmeyen nedir?”, “İnsan ne ile yaşar?” sorularının cevaplarını yaşayarak öğrenir.

Kitap 127 sayfa. Bi solukta okudum zaten. Tüm gün kafamdan atamadım okuduklarımı. İnsan diyor kitap, yanında kim varsa onun kıymetini bilmeli, onu önemsemeli hele de yarın kimlerle olup kiminle olmayacağına dair hiçbir fikrin yokken. 
İnsanı ayakta tutan sevgidir ve insan başkasının sevgisiyle yaşar, çünkü bu ona verilmemiştir, bunu bir diğer kişiden bulması gerekir. Ve insan sevgiyle yaşar, diyor.

İşte tüm gün kafamda bunları çevirdim.
Cuma sabahı yani bu sabah, sekiz buçuktaki dersim için metrobüsle Zincirlikuyu’ya doğru ilerlerken, her zaman yaptığım gibi göğe baktım. Yol benim için gökyüzü demek. Göğe bakmak demek.
Yolculuksa, uçan kuşlar. Ve önce hep göğe sonra kuşlara bakarım, onlarla uçarım, onlarla yükselir alçalırım, onların bedenlerinde olmayı düşlerim, kendime gökten bakmayı…
Yine, otobüsle aynı yöne doğru uçmakta olan bir grup martıya bakarken, düşüncelere daldım. Ve dedim ki, Tanrı varsa, (ki tüm hayatım boyunca onun olmadığına inandım ve bunu savundum) uçan kuşlarla özel bir bağlantısı olmalı!
Ve ilginçtir insan kendisini görmek isterse, ayna niyetine, göğe bakmalı.
(Yazarken ellerdeki titrememsi uyuşma devam ediyor bu arada)
Metroya aktarma yaptım, 07:29’da indim, varacağım yere doğru yürümeye başladım. Her göğe bakışımda kendimi nasıl gördüğümü, aslında bi nevi her baktığım şeyin içindeki ‘ben’i ya da ‘benden iz’i düşündüm. İçimde, ordan oraya sürüklediğim ‘ben’in nasılda pür dikkat hayatıma tanıklık ettiğini. İçimde, hiç uyumayan, dinlenmeyen, bıkmayan, yorulmayan bir tanık!! Her anı kaydeden, kalpte ya da beyinde ne muhakeme devam etmekte olursa olsun, bir doğruyu bilen, söyleyen, bazen adına vicdan bazen de ‘içimden bi ses’ denilen….
Sol kolumun dirseğinden aşağı sarkan deri ceketime baktım, sağ kolumdan asılı kol çantama, sol elimde ağırlığını hissettiğim laptopuma, yürüyen merdivenlere adımımı attım, sağ duvarda Vodafone reklamı. Bunların tümü bir anda ağırlığını kaybetti, o an sanki yükseldim, hafifledim, yerçekimi kayboldu, reklamlar, arabalar, bedenler bulanıklaştı, sesler kesildi. Ve kafamda bir cümle belirdi:
Ya içimde benle her yere gelen bu amansız tanık, Tanrı’nın ta kendisiyse!
d


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder