15 Ekim 2014 Çarşamba

Utanmadan Duygulanmak

Hatırlayan, izlemiş olan vardır mutlaka, Maria Mercedes diye bir dizi vardı. Maria Mercedes, dizinin baş karakteri, yoksul bir ailenin kızı, bi dolu kardeşleri var filan, annesi ölmüş, yanlış hatırlamıyorsam babası da hasta. Kız taş. Çok güzel. Gerçi o saç modeliyle nasıl o kadar güzel görünebiliyordu halen bir soru işaretidir bende.


Dizinin detayına girmeyecem, anlatılmaz izlenir :)
Bir bölümünde, Maria'yla kardeşleri, babalarının başına toplanmışlar. Adamcağız öldü ölecek, yatalak zaten. Hepsi ağlıyor. Ama hepsi aynı anda bağrışıyor. Annem de onlarla beraber ağlamak istiyor ama bizim dalga geçmelerimiz ve kahkahalarımızdan konsantre olamıyor. Arada bize fırça atıyor sonra tekrar ekrana odaklanıyor.
O zamanlar, biz, seslendirmelerle çok dalga geçerdik. Bazen televizyonun sesini kapatıp, dublajı kendimiz yapardık. Tv-seslendirme meselesi halen de hayatımızı epey renklendiren bir meseledir.
Ne diyorduk, ha Maria Mercedes... Gerçekten trajik bir durum oluyorsa da en nihayetinde bu bir Meksika dizisi. Hamlet filan değil yani. Dolayısıyla onlar hasta adamın etrafında ağlaşırken, biz ekran başında kahkaha atıyoruz, karnımıza ağrılar giriyor,  terliğin kafaya gelmesine saniyeler kalmış... En son annem filmi filan bırakıp bize bağırmaya başlıyor:
'Taş kalplisiniz siz, taş kalplisiniz. Adam ölüyor siz gülüyorsunuz. Sizde acıma yok mu?'
blog için 'terlik atan anne resmi' ararken bunu buldum!
Yıllar geçti. Annemin bu Maria Mercedes fırçası baki kaldı. 
Tabi kadın beş çocuk doğurmuş, ana yüreği, sahnenin ondaki karşılığı çok farklı. Ben öyle bakmıyorum. 'Annem sulugöz, olur olmaz her şeye ağlıyor' diye bakıyorum. Hele o zamanlar, tam zaten ergenlik dönemim, çok katıyım, radikalim, her konuda. 
Fakat yaş aldıkça, arabesk dille söylersek, acılar yaşadıkça, her birini temsilen ruhuna birer çentik attıkça ve kalbin çizikler ve yara izleriyle doldukça, başlıyorsun işte olur olmaz her şeye ağlamaya. Oluveriyor bir anda. Bazen sadece bir şarkı, bazen bir bakış, bazen bir kelime, bazen güneşin doğuşu, bazen yağmurun yağışı, bazen bir sırt sıvazlayış, bazen bir filmden replik, kitaptan bir satır,  küçücük bir hediye...

Bazen de bir kedi yavrusu...
Köklü şarap firması Yunatçılar'ın, Bozcaada'da yeni açtığı cafede, on çeşit şarabı on liraya tadıyorduk ve denediğim beyaz şarap ağzımı fena ekşitmişti. Yüzümü buruşturmamla birlikte kafamı alt kattaki kapıya doğru çevirmem bir oldu. Sokağın, kapıdan görünen kısmına, Arnavut kaldırıma baktım. Saniyenin onda biri kadar kısa bir sürede, simsiyah bir kedi, yanında da simsiyah mini minnacık yavrusu çaprazlamasına yolun karşısına geçti. Yavrunun adımları o kadar hızlı ki, annesine yetişmeye çalışıyor çünkü.
O an, küçücük bir kız çocuğuyken, babamla sokağa her çıktığımızda, ona yetişebilmek için nasıl da koşar adımlarla yürüdüğümü hatırladım. Gözlerim doldu. 
Ve düşündüm.
Sorguladım.
Anladım.
İflah olmaz bir duygusalım. Burnum sızlamak, boğazım düğümlenmek, gözlerim dolmak için fırsat kolluyor sanki. Aşırı hassasım. İşin kötüsü, ağlamak, duygulanmak ya da üzülmek, bir zaafmış gibi utanıyorum. Ne garip. İnsan, en insani olanı yaşarken utanıyor. 

Adetten oldu artık sorayım, duygusallığınızı çekinmeden yaşar mısınız, profesyonelce saklar mısınız?

1 yorum:

  1. Duygusallığımı bir şekilde yaşarım , ne kadar çekinsem de bazen saklamaya çalışsam da açığa çıkar. Hep başkaları ne der diye de düşünürüm ama daha önemlisi başkalarının duygusallığını yaşamıyor olmaları en çok onlara birşey söyleten neden bence. Yani insani olan bu durumu yaşamayan kişiler başkalaşıyor ya da daha çok yadırgıyor.

    YanıtlaSil